Lübnan’a barış gelsin diye 1860’ta kendi valimizi bile idam etmiştik

Türkiye günlerden buyana Lübnan’a asker gönderilmesi meselesini tartışıyor, hemen her ihtimalin üzerinde duruluyor ama Lübnan yüzünden geçmişte başımıza neler geldiği ve "Türk" kavramının Lübnanlılar için ne ifade ettiği konularında hiçkimse birşey söylemiyor ve yazmıyor.

Biz, "Lübnan’a barış gelsin de ne olursa olsun" diyerek 1860’ta kendi valimizi bile idam etmiştik ama Avrupa ülkeleri "insani yardım" bahanesiyle o zaman da Beyrut’a donanmalarını gönderip asker çıkartmışlardı.

TÜRKİYE, günlerden buyana cumhurbaşkanından sıradan vatandaşına kadar Lübnan’a asker gönderilip gönderilmemesi meselesini tartışıyor. Meclis önümüzdeki Salı günü olağanüstü toplanacak ve Lübnan’a asker yollanması konusu o gün karara bağlanacak.

Bütün bu tartışmalar sırasında Hizbullah ile siláhlı çatışmaya girme ihtimalinden süngü savaşına, insani yardım kavramından çevremizdeki olaylara seyirci kalıp kalmamaya ve hattá Lübnanlı Ermeniler’in tavrına kadar hemen her türlü alanda fikir yürütüldü. Ama çok önemli başka konularda, meselá Lübnan’ın imparatorluğumuzun parçası olduğu dönemlerde başımıza neler geldiği ve "Türk" kavramının Lübnanlılar için neler ifade ettiği hususlarında hiçkimse birşey söylemedi ve yazmadı.

İşte, asker göndermeye son derece hevesli olduğumuz halde bu konularda sessiz kaldığımızı görünce, son 150 senelik Lübnan maceramızı özetleyeyim dedim.

Lübnan, Osmanlı topraklarına 1516 Ekim’inde katıldı. Bugün várolan Şii nüfus eski devirlerde hemen hemen yok gibiydi ve halkın çoğunluğunu 19. yüzyıla kadar Dürziler ile "Maruni" denilen Hristiyanlar teşkil ediyordu. İmparatorluk, Lübnan’a asırlar boyunca valiler ve kaymakamlar göndermiş ama bölgeyi geçmişi tááá Haçlı Seferleri’nin yaşandığı döneme uzanan bir sistemle, "Lübnan emiri" ünvanı verilen Dürzi derebeyler vasıtasıyla idare etmişti.

Dürzi ve Maruni toplumlar arasında çatışmalar bitmek bilmiyordu. Bu çatışmaların yanısıra beylerin de zaman zaman ayaklanması devletin başına büyük meseleler açtı ama Lübnan’da 19. yüzyılın ilk çeyreğine kadar uluslararası boyutta çok önemli bir olay yaşanmadı.

185 İDAM KARARI

Asıl önemli hadiseler 1840’lardan itibaren vergi tahsili yüzünden çıktı ve 1858 ile 1860 yılları arasında meydana gelen Dürzi-Maruni mücadelesi sırasında binlerce kişi hayatını kaybetti. Derken olaylar Şam’a da sıçradı ve oralarda da çok sayıda kişi hayatından oldu.

Lübnan’da toplumlar arasında kalıcı bir barış tesis etmenin sadece güç kullanarak mümkün olabileceğine inanan İstanbul, Tanzimat döneminin meşhur devlet adamlarından olan zamanın Hariciye Nazırı yani Dışişleri Bakanı Keçecizáde Fuad Paşa’yı tam yetkiyle bölgeye gönderdi. Paşa, Avrupa’nın Lübnan’da olup bitenlere karışmak üzere olduğunun farkındaydı ve müdahaleyi önleyebilmek için gayet sert tedbirlere başvurdu. Müslümanlar’ın zarar gören Hristiyanlar’a toplam 75 milyon kuruş tazminat ödemesini sağladı ve olaylara katılanları iki ayrı askeri mahkemeye sevketti. Mahkemeler, sadece birkaç gün devam eden yargılamadan sonra 185 kişinin idamına karar verdiler.

Ama kararda bir tuhaflık vardı, zira idama mahkûm olanların başında Şam Valisi Maraşal Ahmed Paşa geliyordu. Ahmed Paşa, kararın açıklanmasından sonra "Devletin dertleri benimle sona erecekse, kanım helál olsun" diyecek, kendisini kurşuna dizecek olan idam mangasına da ateş emrini bizzat verecekti.

İşte biz, Lübnan’da huzuru sağlayabilmek maksadıyla kendi maraşalimizi bile idam etmekten çekinmemiştik.

Avrupa’nın zengin bir memleket olan Lübnan’da hákimiyet kurabilmek maksadıyla günümüze kadar devam eden müdahaleleri de tam o dönemde başladı. İngiltere Dürziler’i, Fransa ise başta Maruniler olmak üzere diğer Hristiyan grupları "himaye" bahanesiyle seneler öncesinden zaten siláhlandırmıştı ve Bábıáli’ye "Lübnan’a ortak müdahale" teklif ettiler.

Türkiye, o yılların "hasta adamı" idi, talepleri kabulden başka zaten çaresi yoktu ve 5 Eylül 1860’ta Paris’te imzaladığımız bir protokolle Lübnan’a "Avrupa askeri gücü" gönderilmesini kabul ettik! Birkaç hafta sonra, beş İngiliz, beş Fransız, iki Rus ve bir de Avusturya savaş gemisi Lübnan sahillerindeydi. İşin tuhaf tarafı, Paris Protokolü’ne taraf olmayan İspanya ile Yunanistan’ın da yağmadan pay kapmaya çalışmaları ve "insani yardım" bahanesiyle Lübnan’a savaş gemilerini göndermeleriydi.

Babıáli ise, Fuad Paşa’nın olayları yatıştırmış olmasına rağmen Paris’in bitmeyen baskılara dayanamadı ve Fransa "barışı sağlama" bahanesiyle 1860 Eylül’ünde Beyrut’a 6 bin asker çıkarttı. Bu, batılı devletlerin Lübnan’a yaptıkları askeri müdahaleler tarihinin başlangıcıydı.

Avrupa bu kadarla da yetinmedi ve Lübnan’a bir de "siyasi komisyon" gönderdi ve komisyon, Bábıáli’ye birkaç ay sonra raporla ültimatom arasında bir belge verip Lübnan’ın yönetim, hukuk ve ekonomik bakımlardan özerk olmasını istedi. Biz yine çaresizdik ve 1861’in 9 Haziran’ında imzaladığımız ve tarihlere "Beyoğlu Protokolü" adıyla geçen belge ile, Lübnan’da káğıt üzerinde bize bağlı ama içişlerinde tamamen serbest bir yönetim kurulmasını kabul ettik. Lübnan’ı artık Hristiyan bir "mutasarrıf" yani valiyle kaymakam arasındaki bir yönetici idare edecek, bu mutasarrıf Lübnanlı olmayacak, tayini Avrupa’nın kabulünden sonra geçerli sayılacak ve Avrupa’nın himayesi altında bulunacak ve bölge herşeyiyle özerk olacaktı.

ÇOK ACI HATIRALAR

Suriye ile Lübnan’ın Birinci Dünya Savaşı sonrasında Fransız hákimiyetine girmesinin temeli, işte bu Beyoğlu Protokolü’dür.

Lübnan, Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu şekilde idare edildi ve Avrupa en ufak bir bahaneyi bile bölgeye müdahale vasıtası olarak kullandı. Biz, Beyoğlu Protokolü’nü ancak Birinci Dünya Savaşı’na girmemizden bir yıl sonra, 11 Temmuz 1915’te iptal ettik ve Lübnan’a 1861 öncesinde olduğu gibi yine Müslüman idareciler gönderdik. Ama, İttihad ve Terakki Partisi’nin liderlerinden Cemal Paşa’nın Lübnan’daki bir uygulaması, Arap dünyasının hafızasında bugüne kadar silinmeyen son derece acı izler bıraktı. Paşa, Beyrut’a yarım saat mesafedeki Áliye kasabasında kurduğu askeri mahkemenin kararıyla, 1915 Ağustos’u ile 1916 Mayıs’ında Arap dünyasının önde gelen siyasetçileriyle entellektüellerinden 21 kişiyi Şam’da idam ettirdi. Cemal Paşa bu idamlardan sonra Arap dünyasında "seffáh" yani "kan dökücü" diye anılmaya başlayacak, idamların acı hatırasını her zaman canlı tutmak maksadıyla Şam’da ve Beyrut’ta anıtlar dikilecek, Lübnan ve Suriye, 1918 sonbaharında da elimizden çıkacaktı.

Lübnanlılar, bugün "Osmanlı" yahut "Türk yönetimi" dendiği anda herşeyden önce, Áliye Divanıharbi’nin kararlarını, yani bu idamları hatırlarlar.

Biz, şimdi asker göndermeye pek hevesli olduğumuz Lübnan’dan işte bu hatıralarla ayrıldık.

Böylesine zarİf bİr müziği ancak Münir Nureddin’in oğlu yapabilirdi

BEN, Münir Nureddin Selçuk’u bizzat dinleme şansına mazhar olmuş son nesle mensubum. Çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın müzik hatıraları Münir Bey ile ve onun şefliğinde her onbeş günde bir Şan Sineması’nda verilen "İcra Heyeti Konserleri"yle doludur.

İşte bu yüzden, "Türk Müziği" dendiğinde aklıma gelen tek erkek sesi, Münir Nureddin’dir. Dolayısıyla, Klasik Türk Müziği’ne 1980 sonrasında árız olan ve müziğin dinamizmini ortadan kaldırmasına rağmen "klasik icra" diye lanse edilen mistik özentisi mıymıntı okuyuşu ve senelerdir yerlerde sürünen günlük icrayı musikiden saymadığım için, Türk Müziği’nin Münir Bey’in 1981’deki vefatıyla noktalandığına inanırım.

Müzik konusunda senelerden buyana artık varolmayan ümitlerim, geçen hafta aldığım bir CD sayesinde yeniden canlandı: CD’de, Münir Bey’in, oğlu Timur Selçuk tarafından armonize edilen bazı eserleri vardı ve eserler Timur Selçuk’un idare ettiği orkestranın refakatinde Emel Sayın tarafından okunmuşlardı.

HATAETMİŞİZ

Emel Hanım’
ın affını rica ederek, samimi bir itirafta bulunacağım: Ben ve aynı musiki anlayışını paylaştığım yaşıtlarım, gençlik yıllarımız olan 1970’lerde zirvede bulunan Emel Sayın’ın okuyuşunu hiçbir zaman ciddi bir icra olarak görmemiş, onu "güzel sesli ama gazino tavrına sahip güzel bir hanım" diye değerlendirmiştik. "Hanım okuyucu", bizler için ulaşılması zaten mümkün olmayan Safiye Ayla ile Nesrin Sipahi ve Sabite Tur gibi seslerdi.

Ama, bu CD’yi dinlerken, ne yalan söyleyeyim, bir zamanlar burun kıvırdığım Emel Sayın’ın bana şimdi gayet zarif bir klasik okuyucu hissi verdiğini farkettim. Günümüzde "Türk Müziği" adı altında icra edilen musiki artık öylesine bir seviyeye inmişti ki, bundan 30 küsur sene önce önemsemediğimiz icraya bile hasret kalmıştık.

Bilenler bilir, orkestra refakatince icranın ilk denemelerini bizzat zaten Münir Bey yapmış, önce Refik Fersan’ın "Hazin teraneler"i ile "Hem aldattım hem aldandım"ını 1930’ların Mısır’ında Gobon Orkestrası’nın refakatinde plağa okumuş, sonraki senelerde Türkiye’de de orkestra ile bazı eserler icra etmişti.

"Emel Sayın, Münir Nurettin Selçuk Söylüyor" isimli CD’yi dinlediğinizde, Timur Selçuk’un gayet kararında, rahatsız etmeyen, daha da önemlisi son derece zevkli armonisi ile karşılaşacaksınız. Türk Hafif Müziği’nin hálá aşılmamış şáheseri olan "İspanyol Meyhanesi"nin bestekárına yakışan asil bir armoni ile... "Kandilli" şarkısında İstanbul’un artık várolmayan kendine mahsus havasını teneffüs edecek, "Nihavend Longa"da nağmelerimizin erbábının elinde nasıl senfonik bir kimliğe büründüğünü görecek, "Otomobil Şarkısı"nda da sanki Máhur’dan bir eser değil, başrollerini Doris Day ile Rock Hudson’un oynadığı bir Hollywood filminin müziğini dinlediğinizi hissedeceksiniz.

Timur Selçuk’un önceki sene çıkarttığı aynı çizgideki "Babamın Şarkıları" isimli diğer nefis CD’sini maalesef fırsatını bulup yazamamıştım. Şimdi iki işi birden yapıyor ve Timur Selçuk’u babasının şarkılarını son derece zevkli bir evrensel boyuta taşıdığı, Emel Sayın’ı da dinleyeni şaşırtan billur gibi bir icra ortaya koyduğu için tebrik ediyorum.

Ama, bir hayalimi söylemeden edemeyeceğim: Eserlerini böylesine zarif bir orkestral düzenlemeye bürünmüş haliyle icra etmek keşke rahmetli Münir Bey’e de nasip olabilseydi...
Yazarın Tüm Yazıları