Geri dönüşü olmayan yolculukta bir viraj daha aşıldı

PKK ve KCK hükümlü-tutuklularının geçen sonbaharda cezaevlerinde başlattıkları açlık grevleri, kamuoyu çok fark etmese de Türkiye’yi uçurumun eşiğine getirmişti.

Haberin Devamı

Ölüm sınırına dayanmış eylemcilerden bir-ikisinin kaybedilmesi, özellikle bazı kentlerde tetikleyeceği tepkilerle birlikte ülkeyi büyük bir patlamanın içine itebilirdi. Türkiye, son anda bu tehlikeli eşiğin kıyısından dönmüştür.
Yaklaşık 6 ay sonra bugün çok farklı bir psikolojik iklimde PKK gruplarının Türkiye sınırlarından çıkışını tartışıyoruz, barış sürecinin inşasını konuşuyoruz.
Açlık grevlerinin sona eriş şekli, biraz da sürpriz bir şekilde, Abdullah Öcalan ile Ankara arasında daha önceki denemelere kıyasla çok daha ciddi bir diyalog sürecini birden harekete geçirmiştir.
Gelişmelerin seyrindeki kritik dönüm noktası, geçen yıl sonuna doğru MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile Abdullah Öcalan arasında İmralı’da yapılan görüşmelerde aşılmıştır. Fidan derken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi iradesini anlamalıyız. Başbakan, belki de bütün siyasi kariyerinin en cesur ve aynı ölçüde en riskli adımını atmıştır.
 
Bu diyalog sürecinin en önemli sonucu, Öcalan’ın geçen 21 Mart’ta Diyarbakır’daki Nevruz kutlamasına kürsüden okunan “silahlara veda” mesajını göndermesi olmuştur. Böylelikle 15 Ağustos 1984’te aynı Öcalan’ın verdiği talimatla Eruh’taki kanlı baskınla başlayan ve tam 30 yıl sürdürülen silahlı mücadele stratejisi yerini diyaloğun, siyasetin, müzakerenin diline bırakmıştır.
Bir başka sonucu, geçen 2012 başından itibaren bazı istisnalara rağmen genel bir “çatışmasızlık hali”nin yaşanıyor olmasıdır. Bundan, elinde silah bulunan her iki tarafın da kontrollü şekilde hareket ettiğini anlıyoruz. Sürecin en son adımı dün Kandil’de Murat Karayılan’ın çekilmenin 8 Mayıs’ta başlayacağını tüm dünyaya duyurmasıyla atılmıştır.
Karayılan’ın açıklaması sürecin dinamiklerinin artık kolay kolay geri dönülmez bir yörüngeye girdiğinin en açık ifadesidir. Bundan sonraki temel öncelik çekilme aşamasının sekteye uğramadan tamamlanması olmalıdır. Bu başarılabildiği takdirde, silahların susmasının, terörün durmasının topluma getireceği güven ve rahatlamayla birlikte barış süreci daha da kuvvetli bir zemine çıkacaktır.
  
İşin asıl zor kısmı o zaman başlayacaktır. Bu, Kürt sorununa bulunacak siyasi çözümün çerçevesinin tanımlanması ve içinin doldurulması aşamasıdır. Öcalan Türkiye içinde silahlı mücadeleyi bırakma kararını salt “Ankara’ya bir jest olsun” diye almamıştır. Bu hamleyi yaparken Kürt siyasi hareketinin taleplerini demokratik siyasi zeminlerde kazanıma tahvil etme stratejisine yönelmiştir.
Bu talepler, doğrudan Kürtlerin Türkiye’nin geleceğinde oynayacakları rolü, kimlik ve statülerinin yeniden tanımlanmasını konu alıyor. Bulunacak çözümün bir boyutu, ademimerkeziyetçilik üzerinden -adı ne konulursa konulsun- Kürtlerin güneydoğuda, doğup yaşadıkları bölgelerin yönetiminde yetkili ve muktedir olduklarını hissedecekleri bir idari yapının formüle edilmesidir. İkincisi, Türkiye’nin yeni anayasasında Kürt kimliğinin nasıl tanımlanacağı sorusunun yanıtıyla ilgili.
Anayasanın yanı sıra yasalarda, mevzuatın her köşesinde, ayrıca yazılı olmayan kurallarda ve reflekslerde de çok köklü değişiklikler gerekecektir.
Ayrıca, Öcalan’ın resmen muhatap alındığı bir dönemde, silah alıp dağa çıkmış örgüt mensuplarının sınır dışına çıkmasına göz yumulurken, PKK/KCK davalarının hukuki meşruiyeti de büyük ölçüde ortadan kalkmaktadır.
 
Kabul edelim ki, Kürt sorununun girdiği yeni yörüngede, artık geçmiş dönemin zihinsel kalıpları içinde yol alınabilmesi güçtür. Herkesin kendisini yeni dönemin gereklerine uyarlaması gerekiyor. Yakın zamana kadar F-16’ların bombaladığı Kandil Dağı’nın
bir tepesinde dün Türkiye’den gelen çok sayıda gazetecinin de davetli olduğu bir
basın toplantısının düzenlenmiş olması bile, bazı şeylerin artık “olağanlaşmaya” başladığını gösteriyor.
Kürt sorununun çözümü toplumun sinir uçlarına da dokunan son derece zor, karmaşık ve sancılı bir dönüşümü zorunlu kılıyor. Bu ölçekteki bir dönüşümün -kırılmalara yol açmaması açısından da- mümkün olduğu kadar geniş katılımlı bir büyük mutabakata dayanması esastır.
Bu noktada hem iktidar hem de ana muhalefet cephesindeki aktörlerin tutumlarını gözden geçirmesi şart gözüküyor. CHP’nin içine savrulduğu bugünkü dağınıklık tablosundan çıkıp kendi içinde tutarlı bir çizgiye yönelmesi ne kadar gerekliyse, Başbakan’ın da geçmiş dönemden kalma çatışmacı üslubunu bırakıp kucaklayıcı yeni bir dili benimsemesi, çözüm çabasına bir o kadar yardımcı olacaktır.

Yazarın Tüm Yazıları