88 yıl geçti kafa yine o kafa

Güncelleme Tarihi:

88 yıl geçti kafa yine o kafa
Oluşturulma Tarihi: Ağustos 03, 1997 00:00

Murat BARDAKÇI
Haberin Devamı

Hürriyet'in birinci sayfasında geçen çarşamba günü çıkan fotoğraf, bana 88 yıl öncesinin bir başka fotoğrafını hatırlattı... Takkeler ve çopurumsu pantolonlar hiç değişmemişti ve daha da önemlisi, bakışlardaki ifade hep aynıydı...

Geçen Çarşamba, Hürriyet'in birinci sayfasında Coşkun İncekara'nın nefis bir fotoğrafı vardı... ‘‘Sekiz yıla hayır''bahanesiyle Genelkurmay'a yürüyenlerden altı kişilik bir grubun fotoğrafı... Her milimetrekaresi ‘‘Bunları eğitmeye değil sekiz, seksen sekiz yıl bile az gelir'' dedirten bir resim...

O fotoğraf bana, eski Türkçe dergilerden birinde yıllar önce gördüğüm bir benzerini hatırlattı... Kitaplığımdaki yüzlerce mecmuayı ortaya döktüm, saatler boyu sayfalarını çevirdim ve buldum: Hürriyet'te çıkan pozun aynını, tam 88 yıl önce, İstanbul'da, 31 Mart olayları sırasında da vermişlerdi... Ayaklarındaki çopurumsu pantalon hiç değişmemişti, başlarındaki takke de aynıydı, bakışlarındaki ifade de... Fark sadece ayakkabılarında ve zamandaydı: Çarığın yerini spor papuçlar almıştı ve 1909'dan 1997'de süzülmüşlerdi...

Hadise eski takvimle 31 Mart, yanisiyle 13 Nisan günü başlamış, İstanbul 11 gün boyunca resimdekilere teslim olmuştu... Taşkışla'daki askerler komutanlarını hapsedip ‘‘şeriat isteriz'' haykırmalarıyla sokaklara dökülmüş, rastgele açılan ateşler can almış, milletvekilleri kurşunlara hedef olmuş, kimi subaylar linç edilmiş, gazeteciler öldürülmüştü...

Ve tam 11 gün boyunca, sokaklarda ‘‘şeriat isteriz'' diye bagırıp etrafa ateş eden askerlere ve onlara katılan medreselilere teslim olmuştu İstanbul...

Ayaklanma, 24 Nisan'da Hareket Ordusu'nun Selânik'ten ve Balkanlar'dan gelip İstanbul'a girmesiyle bastırılabildi... Sessizlik, isyancılarla Hareket Ordusu askerleri arasında büyük kışlaların çevresinde yaşanan sokak çatışmalarından sonra sağlandı ve hesaplaşma yollara, meydanlara kurulan darağaçlarında yapıldı... İş, 27 Nisan günü devrin hükümdarı İkinci Abdülhamid'in tahttan indirilip Selânik'e sürgün edilmesine kadar uzadı ve Türkiye'de yıllar sürecek bir başka dönemin, İttihad ve Terakki iktidarının ilk adımları atıldı... 31 Mart ayaklanmasını kimin başlattığı ise, hiçbir zaman öğrenilemedi...

Bu yazıyı, sokaklara dökülüp ‘‘Şeriat isteriz!'' diye bağırmanın bizde eski, çok eski bir gelenek olduğunu, ‘‘o kafa''nın aynı geleneğe devletin dininin resmen ‘‘İslam'' olduğu günlerde bile uyduğunu ve 88 yıldan beri hiç mi hiç değişmediğini hatırlatmak için yazdım...

DEĞİŞENLER VE DEĞİŞMEYENLER

Aradan 88 yıl geçmiş, ordu ve toplumun hemen her kesimi kendini çağa uydurmuş, 1909'dan kalan bu resimdeki askerlerin yerini çağdaşları almış ama değişmeyen ve kendilerini yenilenmeyenler sadece onlar... Geçen salı günü çekilen resimdekilerle (solda) 1909 Nisan'ındakiler hep aynı... Fark, sadece ayakkabılarında; çarığın yerini spor papuçlar almış, o kadar... Değişimin henüz o noktasındalar...

Halife'ye karşı İslami darbe

Şeriatı sokaklarda aramanın örneklerinden birini, 1859 Eylül'ünde yaşadık... İş sadece sokağa dökülmekle kalmadı, zamanın padişahına suikast hazırlanmasına kadar uzandı ve olay tarihlere ‘‘Kuleli vak'ası'' diye geçti...

Tahtta Abdülmecid vardı... Tanzimat Fermanı'ndan sonra bir de ‘‘Islahat Fermanı'' yayınlamış, müslümanlarla gayrımüslimleri eşit konuma getirmiş, işkenceyi yasaklamış, eğitimde reforma gitmişti... Ferman, devleti yeniden elden geçiriyordu...

Ve İstanbul'da birdenbire, ‘‘gavûr padişah'' yazılı kâğıtlar çıktı ortaya... Elden ele dolaştıar, birkaç günde binlerce oldular ve duvarlara yapıştırıldılar... ‘‘Padişah gâvur oldu, din elden gidiyor, medreseleri kapatacaklar'' yazılıydı üzerlerinde...

Derken, hükümete, bir ihbar geldi: Bazı hocalar gizli bir örgüt kurmuşlardı; amaç padişahı öldürmek, hükümeti dağıtmak ve ‘‘İslâmi'' yönetime geçmekti... Saray iddianın üzerine gitti ve işin başında bir hocayı buldu: Şeyh Ahmed'i... Ahmed, Fazlullah ve Kütahyalı İsmail adındaki şeyhlerle anlaşıp bazı subayları kendi yanına çekmişti ve darbe hazırlığındaydı...

İşin içindeki 41 kişi yakalanıp Çengelköy'e, Kuleli kışlasına kapatıldı... Tutuklulardan biri, daha kışlaya gitmeden intihar etti: Askerleri darbecilerin yanına çekmekle görevli olan Caferdem Paşa, bindirildiği sandaldan denize atladı ve bir daha çıkmadı...

Kuleli'deki yargılama 25 gün sürdü, ‘‘şeriatçı darbe'' tehlikesinin, beklenenden de büyük olduğunu ortaya çıkardı... Sanıkların bazısı idama mahkum edildi, bazısı küreğe, hapise, sürgüne ve kalebendliğe çarptırıldılar... Sultan Abdülmecid bütün idamları hapise çevirdi, mahkûm olanları İstanbul'dan uzaklara sürdü... Kuleli olayı işte böyle yaşandı ve 1859'daki bu şeriatçı darbe girişimini bütün ayrıntılarıyla ele alan bir araştırma da bugüne kadar yapılmadı...

Bakan döndüler diyor ama henüz dönmediler

Refahyol'un müzeci ‘‘soykırımını'', bu sayfada defalarca gündeme getirdim... ‘‘Adamlar senelerini çalıştıkları kurumlara vermiş uzman müzecileri halaç pamuğu gibi atıyor; yerlerine imam, müezzin, din dersi hocası cinsinden ne bulurlarsa onları getiriyorlar... Topkapı Sarayı da dahil olmak üzere, bütün müzeler tehdit altında!'' diye yazdım...

Derken Refahyol gitti, 70 küsur yaşındaki profesörü ‘‘kulağından tutup kapı dışarı etmekle'' iftihar eden Kültür Bakanı İsmail Kahraman da onlarla beraber gitti, bakanlık koltuğuna İstemihan Talay oturdu... ‘‘Müzeler yine erbabına emanet edilecek, soykırım kurbanı müzeciler yerlerine dönecekler'' diye düşündüm ve sevindim...

İstemihan Bey Refahyol'un gadrine uğrayanların haklarını iade edeceğini söyleyip, Rumelihisarı'nda ve Bodrum Kalesi'nde oynanan komediye son verdiğini duyurunca daha fazla sevindim... Müzelerin artık eskisi gibi emin ellerde olacağına inandım...

Meğer, yanılmışım... Yanıldığımı birkaç gün önce, Refahyol'un tırpanıyla biçilen müze müdürlerinin, yeni hükümetin kurulmasının üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen hâlâ eski görevlerine dönmediklerini öğrendiğimde farkettim ve hem şaşırdım, hem üzüldüm: Geçen hükümetin geçici görevle yerlerinden ettiği müzeciler, Başbakan Yılmaz'ın bu şekildeki atamaları iptal eden kararnamesiyle eski görevlerine dönmüşlerdi ama İsmail Kahraman tarafından tayinle görevden alınanlardan hiç ses yoktu... Birçok müze müdürü hâlâ Kahraman'ın gönderdiği yerlerdeydi ve Türkiye'nin en önemli müzeleri ‘‘vekâleten'' idare altındaydı...

Rumelihisarı'na yahut Bodrum Kalesi'ne Refah iktidarının koyduğu, kerameti Refah'tan menkul acayip yasakları kaldırmak ve Trabzon'daki Ayasofya Müzesi üzerine oynanan oyunlara son vermek bir Kültür Bakanı'nın tabii ki görevidir... Ama müzelerin ve müzelerde sergilenen eşyanın gözetilmesi ve daha önemlisi o müzeleri senelerce idare edip korumuş olanların himayesi de bakanlığın sorumluluğundadır... Müzeci kıyımının organizatörü olduğunu cümle âlemin bildiği, ‘‘kadınların elini sıkmamakla'' iftihar edip gazetecilere ‘‘mektupla mezhep dersleri'' veren ve kızını kendi yardımcısının sekreteri yapan genel müdürleri yerinde tutmamak, İstanbul müzelerinde kitap, kartpostal, vesaire satma hakkını elinde bulunduran şirketlerin bağlantılarını araştırmak da o sorumluluğun parçasıdır...

Ben, Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen, bu konulara el atacağını hâlâ ümitle bekliyorum...

Haberle ilgili daha fazlası:

BAKMADAN GEÇME!