Keşke 2018 veya 2023 olsa...

Olli Rehn, önceki gün Alman gazetesi Die Welt’e yaptığı açıklamada “Türkiye’nin 10-15 yıl içinde AB üyesi olmasını bekliyorum” deyince, Türkiye’nin AB perspektifleri dünkü gazetelerin manşetlerine taşındı.

Haberin Devamı

Taraf gazetesi, “Ha gayret bekliyorlar” şeklinde, genellikle esprili manşet politikasına uygun bir başlık atmıştı. Manşet altındaki spotunda ise “eleştirel” bir yaklaşım ile “Tam üyelikle ilgili müzakere başlarken hedef 2015’te üyelikti; biz durduk, hedef 2018’e kaydı” diyordu.

Gerçekten de, 17 Aralık 2004’teki tarihi Brüksel AB Zirvesi kararı uyarınca, 3 Ekim 2005’te “tam üyelik müzakereleri” başladığı vakit, Türkiye’nin normal ritmde giden bir müzakere sonucunda, “acquis”yi yani AB müktesabatını kendi hukuk sistemi haline getirmesi sonucunda 10 yıl sonra, yani 2015 gibi AB’ye “entegre olması” söz konusuydu.

Aradan geçen yıllarda, AKP iktidarının AB hedefini –kendilerinin ısrarla aksini iddia etmelerine karşılık- savsaklaması ve Türkiye’de demokrasi rayından çıkarmaya yönelik müdahalelerle yitirilen zaman kaybı nedeniyle, 2008’e geldiğimizde bir 10 sene koyarsanız, “en iyimser” tahminle Türkiye’nin üyeliği 2018’e kalacak.

Haberin Devamı

Milliyet gazetesi ise dünkü manşetinde Olli Rehn’in beklentisinin, Taraf gibi “alt” değil, “üst sınırı”ndan yola çıkmış ve “Zagreb: 2010 Ankara: 2023” başlığını atmış. Yani, Rehn’in “10-15 yıl” sözcüklerinde 15 yılı esas almış. 2008 yılına 15’i eklerseniz, 2023’ü bulursunuz.

Milliyet, Hırvatistan’ın Türkiye ile aynı gün “tam üyelik” müzakerelerine başladığını hatırlatıyor ve o günden bugüne Hırvatistan’ın 18 başlık açmasına karşılık, Türkiye’nin 6 başlık açabilmiş olduğunu vurguluyor.

Türkiye’nin limanları ve hava sahası Rum bandıralı gemilere ve uçaklara açılmadığı için 8 başlığın Aralık 2006’da “askıya alındığı”nı da hatırlamalıyız.

Türkiye ile Hırvatistan arasındaki fark, sadece AB’nin “çifte standartı” veya AB’nin “merkez ekseni”ni oluşturan Almanya ve Fransa’da Angela Merkel’in ve Nicolas Sarkozy’nin Türkiye için “tam üyelik” yerine “imtiyazlı ortaklık”ı tercih etmeleri ve bu nedenle Türkiye konusunda ayak sürümeleriyle açıklanamaz. Bu faktörler ve önemi elbette kayda alınmalıdır ama AB yolunda ayak sürüyen Türkiye’nin ve iktidarın kendisi oldu. Şimdi ayakları “anti-demokratik prangalar”a vurulmak istendiğinde, tekrar yola koyulmaya çalışıyorlar.

Haberin Devamı

 

***               ***           ***

 

Buna bir itirazımız olamaz. Mesele, AKP’nin ne kadar “demokratik olduğu” ya da AB’yi ne kadar “içselleştirdiği”, ne ölçüde bir “taktik manevra alanı” olarak görüp görmediği değildir. AB, 1964 yılından beri Türkiye’de bütün hükümetlerin siyasi programlarındaki farklılığa bakılmaksızın, Türkiye için belirledikledikleri “stratejik ufuk”tur; yani bir anlamda “Türkiye’nin geleceği”dir.

Hangi saik ile olursa olsun, Türkiye’nin geleceğine doğru, ileri yönde yol almaya şu ya da bu mülahaza ile karşı durmanın bir anlamı yoktur.

Kaldı ki, Türkiye’nin AB yolunda büyük emeği ve önemli kazanımları var. 1964’ten beri tüm hükümetlerin temel politikası olması bir yana, 1987’de tam üyelik başvurusunda bulunulmuş, nice iniş-çıkışlı bir sürecin ardından 1999’da “aday üye” statüsü elde etmiş, 2005’te katılma müzakereleri başlamış, böylece “katılımcı ülke” konumuna gelinmiş, bu arada üyelik kriterlerine uyma yükümlülüğüne girilmiş ve uyum yolunda bir hayli mesafe katedilmiştir. Bu sayede, Türkiye’de bir dizi yapısal reformlara girişilmiştir.

Haberin Devamı

AB rotasının harekete geçirdiği dinamik, Türkiyeiçin bir “değişim ve dönüşüm projesi” olmuştur. Türkiye, AB rotasında değişmeye ve olumlu yönde gelişerek, büyüyerek, güçlenerek dönüşmeye başlamıştır.

Dönüşüm sancıları bir yana, Türkiye, AB doğrultusunda bulunmaktan, esas olarak, yarar sağlamıştır.

Gidilecek hala uzun bir yol var. 10 ya da 15 yıl durmaksızın yapılacak çok şey var. Daha bir çok sancılı aşama var. Ancak, yolun sonunda “tam üyelik” olduğu zaman belirtilerek, bizzat Genişlemeden sorumlu Komiser tarafından açıklandığına göre, Türkiye, “demokrasi zemini”nde kaldığı sürece hedefe varacağı kesin demektir.

 

***              ***           ***

 

Haberin Devamı

Sorun, tam da burada. Türkiye’nin AB ile ekonomi alanındaki “uyumsuzluğu” konunun “teferruat” kısmıdır. Ekonomisi Türkiye kadar parlak olmayan ya da Türkiye kadar umut vaad etmeyen AB üyeleri var. İşin ekonomik faslı hallolur. Türkiye’nin AB yoluna dikilen asıl engel, kendisinin diktiği “demokrasi açığı”dır. Hala, bu ülkede “askeri darbe” konuşulabilir olmasıdır. –Ki, bizzat bu, Kopenhag Kriterleri’nin ilk sözcüklerinin ihlali niteliğindedir. Bu ülkede, “şiddete başvurmak” ya da “şiddet özendirmek” ile veya “ırkçılık” ve “yabancı düşmanlığı” ile suçlanmadığı halde, yarım yıl önce seçimden yüzde 47 oyla çıkmış bir iktidar partisinin, Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a siyasi yasak getirilerek kapatılması söz konusudur.

Haberin Devamı

Türkiye’nin AB yoluna döşenen “mayınlar” bunlardır.

Nitekim, Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu 2 “hayır”, 4 “çekimser” oya karşı 53 oyla kabul ettiği “Türkiye Raporu”nda “Ak Parti’nn Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasından endişe duyulacağı” belirtildi ve “Anayasa Mahkemesi’in kararını, hukuk devleti ilkeleri, Avrupa standartları ve Venedik Komisyonu’nun, siyasal partilerin kapatılmasıyla ilgili ölçütlerine uygun alması” dileğinde bulunuldu.

Yani, “şiddet”, “ırkçılık”, “yabancı düşmanlığı” gibi Venedik Komisyonu kriterlerini esas alması beklentisi. Zira, Avrupa demokrasilerinde “parti kapatma”yı düzenleyen bunlar. Bunun dışında, “parti kapatma”nın Avrupa demokrasilerinde yeri yok.

Biz de olursa ne olur?

Türkiye’nin “katılım müzakereleri” durur ve Türkiye’nin AB üyeliğini, 2018 ve 2023’ten vazgeçtik, hiç göremez hale geliriz.

“Parti kapatma”nın peşinden koşanların istediği, muhtemelen, budur.

Bu nedenden ötürü, konu, AKP konusu değil, Türkiye’nin demokrasisi ve gelecek ufkunu koruması konusudur...

 

Yazarın Tüm Yazıları