Başı dik Fenerbahçe’nin Anti-demokratik rakibi...

Londra’ya gitmek üzere sabahın altı buçuğunda İstanbul Havaalanı’na girdiğimde etraf sarı-lacivert formalarını üzerlerine geçirmiş, ya biniş kartı almak için sıralarda bekleyen ya da havaalanının geniş koridorlarında uçak saatini bekleyen insanlarla doluydu.

Haberin Devamı

Ve, havaalanının her köşesinden Fenerbahçe’nin “Aşkınla Coşkunla Sen Çok Yaşa; Yükseliyor Bayrağın Arşa” nakaratıyla “100.Yıl Marşı”nın nağmeleri yükseliyordu. İstanbul, Türkiye’nin “Avrupa yolculuğunda en önde yürüyen gücü”ne böylece “güle güle” der gibiydi.

Aynı gün gece yarısına doğru, Avrupa Şampiyonlar Ligi’nin sona kalan 8 takımının ikisi arasından maçta, Chelsea yarı-finale yani son 4’e yükseldikten sonra, Londra’nın göbeğindeki Stamford Bridge Stadı’ndan çıkıp, binlerce mahzun Fenerbahçelinin arasından, bizleri otele götürmek için bekleyen otobüslere doğru yürürken, aklıma Sabahattin Ali’nin dizeleri takıldı; “Başın Öne Eğilmesin; Aldırma Gönül Aldırma”...

Maçı Chelsea lehine noktalayan son düdük çalındığı vakit, Stamford Bridge stadının konuk seyirciye ayrılan Güney Tribünü’nün yarısından çoğunu sarı-lacivert renklere boyayarak dolduran birkaç bin kişi, ayağa kalkmış, herhangi bir yenilgi ezikliği duymadan, bunca zaman kendilerine ve milyonlarca Türkiye insanına Avrupa kulvarlarında mutluluk yaşatan Fenerbahçe takımını “teşekkür etmek için” tribüne çağırıyordu.

Haberin Devamı

Ülkemizde alışık olunmayan bir “jest”i ortaya koyanlar, stadın dışında dağılırlarken, yüzlerindeki hüznü de gizleyemiyorlardı. Herkesin zihnini, “Burada Chelsea’yı aşıp yarı-finale pekala kalabilirdik” duygusu kaplamıştı.

İtiraf etmeliyim benim zihnimi de...

 

***           ***        ***

 

Bu köşede dün yayınlanan yazı, maç oynanmadan yazılmıştı ve şu satırlara yer verilmişti:

“Yayınlandığı vakit, sonuç belli olmuş olacak. Ya Fenerbahçe yarı-finale yükselmiş ve Türkiye’yi ve dünanın her köşesindeki on milyonlarca seveninin ayağa kaldırmış olacak; veya başı dik evimize dönmekte olacağız... Bu yazıyı kaleme alırken, ya ‘zafer’le veya ‘başı dik’ Londra’dan döneceğimizi biliyorum. İlkin elbette tercih ediyorum ama ikincisinden de eminim... Çeyrek finalin ikinci maçına çıkmak, zaten Fenerbahçe için ve onun şahsında Türkiye markasının futbolda 2008’de gelebildiği saygı duyulacak ‘zirve noktası’dır. Hiçbir şartta başımız öne düşmemiş olacak.”

Haberin Devamı

Öyle oldu. Emin olduğum, hatta bildiğim gibi oldu. Fenerbahçe’nin “Avrupa yürüyüşü”nde vardığımız noktayı, Londra’dan dönüş yolunda havaalanında uçağa biniş kartı almak için arkamda bekleyen hiç tanımadığım iki kişinin arasındaki kulak misafiri olduğum diyalog ortaya koyuyordu. Biri, diğerine “90. dakikaya dek, Fenerbahçe’nin Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde kalma ihtimalinin bulunduğu bir durum söz konusuydu...” diyordu.

Öyleydi. Fenerbahçe, özellikle oyunun ikinci yarısında oyunu domine etmiş, Chelsea tedirginlik ve korku arasında gidip geldiği belli olan bir duyguyla savunmaya çekilmişti.

Fenerbahçe, Türk takımlarının Avrupa kulvarlarında az gollü “şerefli yenilgiler” ile çok gollü “hezimetler” arasında gidip gelen ve ülke insanına “kompleksler” veren sicilini, dünyanın en pahalı ve gösterişli takımlarına korku salacak bir dönüşüme uğratmış ve binlerce insan, rakibin Chelsea olduğunu ya unutmuş veya umursamaz biçimde “Londra’da Chelsea’yi elimizden kaçırdık” duygusuyla hüzne kapılmasına yol açacak şekilde değiştirmişti.

Haberin Devamı

Öylesine öyleydi ki, maçın ikinci devresinde tribünde yanımda oturan ve daha sonra Fenerbahçe Kulübü’nün hukukçularından biri olduğunu öğrendiğim genç bayana dönüp, “Sanki, Londra’da değil, Kadıköy’de kendi sahamızda kendi ligimizde Fenerbahçe’nin mütevazi bir Anadolu takımıyla maçını izler gibiyiz” demiştim.

 

***                    ***                ***

 

Türkiye’nin “Avrupa yolculuğu”nda siyasi, stratejik, ekonomik ve kültürel ögelerin yeri ne kadar belirleyici ise“psikoloji” de bir o kadar, hatta zaman zaman en ağırlıklı şekilde öyledir. Türkiye’nin “mikrokozmik bir ifadesi” diye tanımlayabileceğim Fenerbahçe için de öyle.

Fenerbahçe, Türkiye’nin tarihinde en çok şampiyon olan takımı. Ancak, son bir kaç yıldır, 21.Yüzyıl başlayalıberi Türkiye Şampiyonluğu, Fenerbahçelileri kesmez oldu. Başarı ölçüsü ve gelecek ufku “Avrupa’da başarı” üzerine odaklanmıştı.

Haberin Devamı

Aziz Yıldırım yönetimi, bir “gelecek planlaması”yla birkaç yıl öncesinden kolları sıvadı. Atılan her adım, taş taş üzerine koyarak, Avrupa’da “başarıyı yakalamak” amacına dönüktü. Ve Fenerbahçe, ilk kez, bu yıl, Avrupa’da ilk 8 arasına kalarak “başarı”yı yakaladı. Ama, “çıta öyle yükseldi” ki, Fenerbahçe sevenleri, başarının “taş taş üzerine konarak” gelmesi gerektiğini ve geleceğini unutarak, bir çırpıda Avrupa’nın en yükseğine konmayı düşlediler.

Önceki gece yarısı, Londra’da ve Türkiye’nin her köşesinde ve Türkiye’nin insanlarının yaşadığı dünyanın her köşesinde, insanlara çöken hüzün duygusu, hem bu “sabırsızlık”ın dışa vurumu hem de Türkiye’nin iç siyasi ve ekonomik ortamında ruhlara çöken karabasanın bir “iyi haber”le dağılma ihtiyacından doğan “düş kırıklığı” idi muhtemelen...

Haberin Devamı

Futbol takımı, yöneticilerle birlikte Hyde Park karşısındaki Royal Lancaster oteline döndükten sonra, küçük küçük gruplar sohbet ediyor, maçın muhasebesini yapıyorlardı. Bir iş yöneticisi Fenerbahçeli, “Karşımızdaki takımın değeri 422 milyon Euro. O takımın oynadığı İngiliz Premier Ligi’nin piyasası 2,5 milyar sterlin. Bizim Türkiye Süper Ligi ise 500 milyon dolar. Gerçekleri görelim...” dedi.

Şaka yollu, “Yani, şu dönemde bu düzeyin üzerine çıkmak, kapitalizmin kurallarına ihanet olurdu!” demekten kendimi alamadım. Şaka bir yana, işin gerçeği bu.

Futbol, artık “küreselleşme”nin en çarpıcı yansımalarından biri. “Küreselleşme dinamikleri”ni kavramadan, yakalamadan, onların üzerine ekonomiyi oturtmadan, buna uygun bir “açık toplum” oluşturmadan ve “çoğulcu demokratik siyasi düzen” kurmadan, futbolda başarıyı gerçekleştirmek ya da devamlı kılmak, imkansıza yakın çok zor olacak.

Nitekim, Avrupa Şampiyonlar Ligi’nin “dört büyükleri”, İngiltere, İspanya, İtalya ve Almanya. Her yıl ilk 8’de bu ülkelerden mutlaka ve en az bir takım oluyor. Bunu bu yıl bozan Fenerbahçe üzerinden Türkiye oldu. Fenerbahçe’nin başarısı, Türkiye’nin potansiyeli bakımından bir ipucu. Ancak, bunun bir “raslantı” olmaktan çıkıp, bir “istikrarlı başarı” olması şart.

Bu anlamda, “AB yolunda Türkiye’den daha ileri” konumdaki “Fenerbahçe Cumhuriyeti”nin en büyük rakibi Türkiye olacak. Fenerbahçe, Türkiye’yi ileri taşıyor. Ama, Fenerbahçe’nin önünü bundan sonra kesse kesse Türkiye kesebilir.

Fenerbahçe yönetiminin, bu yıl Avrupa’da başarıyı yakaladıktan sonra, bunu Galatasaray’ın sekiz yıl öncesindeki gibi bir “raslantı” olmaktan çıkartmak için, gerekli hazırlıkları yaptıklarını ve buna kafa yorduklarını biliyorum. En azından, maç günü, maç saatini beklerken Royal Lancaster otelinde Aziz Yıldırım ve diğer yöneticilerle bu konuda yaptığım konuşmalardan ve anlatılanlardan biliyorum.

Bilemediğimiz, yakın gelecekte önümüzde nasıl bir Türkiye bulacağımız.

Fenerbahçe, Londra’dan “başı dik” döndü; Türkiye’de önümüzdeki bir yıl içindeki gelişmeler, Avrupa ve dünyada başımızı dik tutabilecek mi; işte onu bilmiyoruz... 

Yazarın Tüm Yazıları