İçerde 'yargı darbesi'; dışarıda 'demokratik müdahale' çağrısı

Türkiye’de AK Parti’ye kapatma davası açılmasına karşı seslerini yükseltenlerin derdi AK Parti’nin kendisi değil, Türkiye oldu. Demokrasi oldu. Dünyanın Batılı anlamda hiçbir demokratik ülkesinde, yarım yıl önce yüzde 47’lik bir oy oranı ile iktidar tazelemiş bir partiye, iktidar partisine kapatma davası açıldığı görülmemiştir.

Haberin Devamı

Hele, aynı parlamentoda temsil edilen ve ülkenin en hassas coğrafyasını temsil eden bir başka parti; DTP hakkında da kapatma davası açıldığını düşünürseniz, Türkiye’nin seçmenlerinin yarısından fazlasının “siyasi tercihleri” yargı yoluyla iptal edilmek istendiğini görürsünüz.

Gelişmeye “yargı darbesi” etiketinin yapıştırılması da, buradan kaynaklanıyor. Zira, böyle demokrasi olmaz, böyle demokrasi görülmemiştir.

Bunu, “demokratik kimlikleri” ve rejimlerinin demokrasi olduğu tartışılmayan ülkeler, kurumlar ve şahsiyetlerden gelen tepkilerden de anlıyoruz. Daha birinci günden itibaren, parti kapatma davasına karşı sesler, oralardan yükseldi ve yükselmeye devam ediyor.

Bizim derdimiz, “demokrasi”nin kendisi; AK Parti değil. AK Parti’nin siyasi yanlışlarına her seferinde karşı çıktık. Ancak, siyasi yanlışlar siyasetle düzeltilir; yargı yoluyla değil. Eğer, Türkiye’nin hukuk sistemi, -ki bir askeri darbe ürünü olan 1982 Anayasası ve onun yan ürünü Siyasi Partiler Kanunu ile biçimlenmiştir- buna, yani “siyasete yargı müdahalesi”ni mümkün kılıyorsa, o takdirde, bu düzeltilir. Anayasanın buna cevaz veren hükümleri, vakit yitirilmeden değiştirilmek zorundadır.

Haberin Devamı

Aksi halde, Türkiye; “demokrasi rotası”nın dışına sürüklenmek, “Türkiye treni” ise raydan çıkıp, devrilmek tehlikesiyle yüz yüzedir.

 

***               ***                     ***

Konunun “hukukî” değil, esas itibarıyla “siyasi” olduğuna defalarca değindik. Türkiye’nin yarım yüzyılı aşan bir “siyasi tercih” ile “entegre olmak” istediği Avrupa Birliği’nin (AB) yetkilileri günlerdir uyarı üzerine uyarı tazeliyorlar. Başta, Avrupa Komisyonu Başkanı Portekizli Jose Manuel Barroso ile birlikte önümüzdeki günlerde Türkiye’ye gelecek olan AB Genişlemeden Sorumlu Komisyon Üyesi Fin siyaset adamı Olli Rehn. Bu isimler, AB’deki Türkiye karşıtlarına karşı bunca zamandır “Türkiye’yi kollayan” isimler.

Olli Rehn, daha işin başında, bu sürecin Türkiye ile “tam üyelik müzakerelerinin askıya alınması” sonucunu doğurabileceği uyarısını yaptı. Daha sonra, AB’nin “AK Parti’yi değil, demokrasiyi savunduğunu” ve Türkiye’deki “demokrasi süreci”ni izlemenin “Kopenhag Kriterleri’nin yerine getirilmesi”ni denetlemek bakımından “AB’nin görevi” olduğunu söyledi.

Haberin Devamı

AB’nin, Türk demokrasisinin rayından çıkması ihtimali taşıyan gelişmeleri çok yakından ve hatta “müdahil” olarak izlemesinde şaşılacak bir yan yok. Geçen yıl 27 Nisan’daki “e-muhtıra”nın ardından önde gelen ve çok çeşitli siyasi eğilimlere mensup Avrupalı şahsiyetler, “Avrupalı dostlarından Türk halkına” başlıklı bir bildiri yayınlamışlardı. Bildirinin şu bölümünü dikkate getiriyorum:

“Türk halkının tercihlerine ifade etmenin Türk sivil toplumuna ve Türk siyasi sürecine ait olduğuna inanıyoruz. Büyük gösteriler, siyasi kararların yargıya götürülmesi ve siyasi kampanyalar, demokratik siyasette kabul edilir taktiklerdir. İktidarın temerküzünden kaygılanılmasını anlıyoruz. Ama, bu, demokratik hükümetin asker tarafından sınırlandırılmasının mazereti olamaz.”

Haberin Devamı

Bildirinin altında, Joschka Fischer’den Timothy Garton Ash’e, Daniel Cohn-Bendit’ten Lord Kinnock’a, Hans van den Broek’tan Le Monde’un başındaki Alain Minc’e, Narcis Serra’dan Mary Kaldor’a, akla gelebilecek yaygınlıkta saygın Avrupalı şahsiyetlerin imzası bulunuyordu.

Bugün, aynı şahsiyetler olan-biteni bir “yargı darbesi” olarak görüyorlar. Kaygıları, gelişmelerin Türkiye-AB ilişkisini kopartması.

Böyle bir “kopma”ya ilişkin AB’nin düşünce kuruluşu gibi çalışan “Center for European Reform”un Aralık 2006-Ocak 2007 tarihli “Eğer Türkiye ve AB koparsa...” başlıklı Katynka Barysch ve Charles Grant imzalı bir bülteninde “siyasi istikrarsızlığın ekonomiye ve yatırımcı güvenine olumsuz yansıyacağı”na değiniliyor. Asıl önemlisi, bundan bir buçuk yıl önce satırlara dökülmüş şu öngörü:

Haberin Devamı

“IMF, Türkiye’nin elini 2008’e, mevcut stand-by anlaşmasının süresi bitene dek tutacak. Bunun ardından makro-ekonomik aşağı gidiş riski artacak. Ve, AB zinciri olmadığı takdirde mikroekonomik reform muhtemelen yavaşlayacak. Türk hükümeti kendi iş ortamını AB normlarıyla uyumlu hale getirmek için daha az sebep görecek. AB ülkelerinden şirketler, Türkiye’de evlerinde olduğu duygularını daha az hissedecekler. Yıllık cari işlemler açığı 20 milyar euro olan bir ülke için FDI (Doğrudan Yabancı Yatırımlar) azalmasının hayaleti, fazlasıyla rahatsızlık verici olmalı.”

İşte tam böyle bir döneme girmiş durumdayız. AB’nin ilgisine ve kaygısına şaşırmak, bütün bu nedenlerden de, yersiz.

Haberin Devamı

Bu gibi durumlarda, TÜSİAD gibi kuruluşların “siyasi duyarlılıkları”nın misliyle artması gerekiyor.

 

***                         ***                  ***

Türkiye’deki gelişmelerin seyrinden AB kadar, ABD de tedirgin. Bunu ve gerekçelerini, Washington’da Türkiye’yi en yakından izleyen ve Amerikan siyasi çevrelerinde Türkiye’ye ilişkin olarak en çok dinlenilen insanlardan Morton Abramowitz ile Henri Barkey’in ortaklaşa kaleme aldıkları Newsweek’in son sayısında yayınlanan “Turkey’s Judicial Coup d’Etat” (Türkiye’nin Yargı Darbesi) başlıklı makalede görüyoruz.

“Türkiye, kamu yaşamında din ve siyasetin yeri üzerinden, yine kendisiyle savaşa tutuşmuş vaziyette ve bunun sonuçları hem kendisi ve hem de dostları için çok yıkıcı olabilir”cümlesiyle başlayan makale "Siyasi istikrarsızlık Türk hükümetini bir diğer temel iç politika baş ağrısı, Kürt sorunu ve Amerika ile AB için önem taşıyan, İran konusunda işbirliği ve uzun zamandır süregiden Kıbrıs sorununun çözümü gibi düğümlenmiş dış politika önceliklerinde ilerleme sağlamasını önleyeceğe benziyor. Dahası, AKP’nin yasaklanması Türkiye’nin AB’ye katılım şansını da zora sokacak” değerlendirmesinde bulunuyor.

“AB’nin bu hususu Türkiye’ye açıkça yansıttığı” belirtildikten sonra, ABD’nin de kesin tavır aldığına, ama bütün bunların “Şayet laikçiler evi yıkmaya gerçekten kararlıysalar, AB ya da ABD ne söylerse fark etmeyeceği”ne de değiniyorlar.

Buradan sonrası önemli. “Bununla birlikte” diyorlar, “Amerika, eli kolu bağlı durumu seyredemez. Türkiye’nin istikrarına tehdit yeterince vahimdir ve ABD çıkarlarına bunun potansiyel tahribatı o kadar büyüktür ki, bir noktada daha güçlü bir ABD müdahalesi zorunlu olacaktır.”

Ne olabilir? Nasıl olabilir?

Cevap şöyle veriliyor:

“Amerika, özelde ve şayet gerekirse kamuoya önünde açıklıkla şunu ilân etmelidir: AKP’yi bu şekilde iktidardan uzaklaştırmaya çaba göstermek ikili işbirliğini tehlikeye sokar ve ABD’nin Türkiye’nin pozisyonlarına siyasi desteğini güçleştirir. Umut odur ki, Batı’ya ekonomik ve siyasi bağlarının derecesi nedeniyle Türkiye, bu uyarıları görmezden gelemez...”

Türkiye jeopolitiği, uluslararası ilişkiler sisteminin bugünü; Türkiye ile ilgili “tayin edici” gelişmelerin Türkiye’nin iç işi olmasını ve Türkiye’nin içine kilitlenmesini ve hapsedilmesini men ediyor.

Baştan beri anlatmak istediğimiz bu.

Türkiye’nin demokrasisi raydan çıkarsa, Türkiye istikrarsızlaşırsa Türkiye’nin ekonomisi büyük tahribat görürse; bu, sadece bizlerin sorunu olmaz. Çok geniş bir “coğrafya”nın ve Türkiye’nin müttefiki “Batı dünyası”nın tümünün sorunu haline gelir.

Türkiye, kendi kaderine terk edilemeyecek kadar değerli bir ülke.

Türkiye’de “gerçek vatanseverlik” ise, ülkeyi bu tartışmaların tarafı haline sokmamak, geldiyse çıkartmak...

Yazarın Tüm Yazıları