Ya “yargı-hukuk darbesi”; Ya “daha fazla demokrasi”...

Kim ne derse desin, AKP’yi kapatma davâsı süreci, içeride dışarıda “yargı darbesi” ya da “hukuk darbesi” damgasını yedi. Türk siyasi tarihi ve demokrasi tarihimize bu sıfat ile kayda geçti. “Siyasileşmiş yargı”nın siyaset alanına, siyaseti doğal mecrasından çıkartacak, Avrupa normlarıyla, demokrasi ölçüleriyle kabul edilemeyecek, Türkiye’yi siyasi istikrarsızlığa sürüklemesi ve ekonomi üzerinde tahribat yapması kaçınılmaz bir “müdahale”si gerçekleşti.

Haberin Devamı

Bu, Türkiye’deki demokratların “teşhis”i olmanın ötesinde. Bu konuda, içte-dışta bir “konsansüs” mevcut. Fransa’nın saygın Le Monde gazetesi, dün, AKP’yi yasaklamanın “gerçek bir hukuk darbesi” olacağından söz etti. Amerikan Newsweek dergisi son sayısında “Call it a Coup” (Buna Darbe Deyin) başlıklı bir makale yayınladı.

Elimde, bir başka ve önemli bir Amerikan dergisinde yayınlanmak üzereWashington’un en etkili Türkiye uzmanlarından biri tarafından kaleme alınmış olan bir makale var. Makale, “A Changed Relationship” (Değişmiş bir İlişki) başlığını taşıyor ve yeni seçilecek Amerikan Başkanı’nın masasının üzerinde nasıl bir Türk-Amerikan ilişkileri bulacağını inceliyor.

Söz konusu makalenin şu paragrafını izleyelim:

“Son olarak, Türkiye’nin keskin bir iç politika gelişmesine ilişkin önemli bir son gelişme re Amerikan-Türk ilişkilerine ciddi olarak zarar verebilir ve Türkiye’nin AB’ye katılım çabalarını baltalayabilir. Türk Anayasa Mahkemesi, bazı Türklere göre bir hukuk darbesi olarak görülen, Türk anayasasındaki laiklik ilkesini ihlal ettiği gerekçesiyle büyük popülariteye sahip AKP’yi ve onun yönetici şahsiyetlerini siyasetten yasaklamayı amaçlayan bir girişimi görüşmeyi kabul etti. Bu girişim, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik istikrarını sarsıyor. Bu sürecin ne kadar süreceği ve nasıl sonuçlanacağı belirsiz.”

Haberin Devamı

AB’nin ötesinde, Türkiye’nin tüm Batı dünyasıyla ilişkilerini sıkıntıya sokacağı aşikâr bir siyasi süreç içindeyiz. Ne paradoks ama, laikliği sorgulanamayacak olan Batı, laiklik gerekçesiyle Türkiye’de iktidar partisinin kapatılması girişimine karşı tavır alıyor. Bu bile, konunun “laikliğin korunması” ya da “şeriat devletine gidişin önlenmesi”yle ilgisinin olmadığının en çarpıcı kanıtı.

AB’nin kurumları ve şahsiyetlerinin tutumu baştan beri belli. AB içinde Türkiye’yi kollayan başlıca kurum Avrupa Komisyonu, başlıca şahsiyet ise Komisyon’un Genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn. Olli Rehn, kapatma davasında “haklı bir durum” görmediğini ve Anayasa’nın parti kapatmayı zorlaştıracak biçimde değiştirilmesinden yana olduğunu açıkça ve birden fazla kez ifade etti.

Haberin Devamı

Olli Rehn, bunun içeriğini de gösterdi. Avrupa demokrasilerinde “parti kapatma kriterleri”ni düzenleyen Venedik Komisyonu’nun 2000 yılında aldığı karar. Bu karar, Avrupa demokrasilerinde parti kapatma ölçütü olarak, kapatılmak istenen partinin“şiddeti savunması”nı öngörüyor.

Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’nin en ateşli savunucusu, Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eş Başkanı Joost Lagendijk, olan-bitenin bir “yargı darbesi” olduğunu başından beri söylüyor.

Gelişmeyi Türkiye’nin “iç hukuk prosedürü” olarak göremeyeceğimiz bir durumla yüz yüzeyiz. Türkiye’nin uluslararası konumuna, dış politikasına etki eden bir adım atıldı. Bu yüzden, “iç dinamik” kadar ve ondan daha önemli ölçüde “dış dinamik”e gözlerimizi çevirmek zorundayız.

Haberin Devamı

“Bekleyelim, bakalım Anayasa Mahkemesi ne karar verecek” öğüdü anlamsız. Anayasa Mahkemesi’nin ne karar vereceği belli olduğundan ötürü değil. Konunun, “hukuk” ile değil “siyaset” ile ilişkisi bulunmasından ötürü.

“Darbe eylemi”, aracı ne olursa olsun, “siyasi” bir eylemdir ve siyasi olarak ele alınmak zorundadır.

 

***               ***             ***

 

Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı bu son “darbe”, ne 27 Mayıs (1960) ve 12 Eylül (1980) sabahı marşlarla uyandırıldığımız ve iktidar değiştiren doğrudan “askeri darbe”, ne 12 Mart’ta (1980) olduğu gibi “muhtıra yolu”yla iktidar değiştirten bir dolaylı “askeri müdahale.” Bu, daha ziyade 28 Şubat’ı (1997) daha fazla andıran türden “sürece yayılmış” ve “araç” olarak “yüksek yargı mekanizması”nın işletildiği bir “özgün” ya da sui generis bir darbe.

Haberin Devamı

Buna, “siyaset” yoluyla ve “meşru mekanizmalar”la –örneğin Parlamento ve halk oyu- karşılık vermek mümkün. Bu “darbe”nin “panzehiri”nin ne olduğu üzerinden AB’den başlayarak içerdeki demokratik güçlere karşı herkesin ittifak ettiği zemin, “daha fazla demokrasi.”

Söz konusu darbe, Türkiye’de şimdiden ve zaten önemli bir tahribata yol açtı. Bundan sonrası, bu tahribatı “asgarî” ölçülerde tutabilmek ve benzer girişimlere kapıyı kapatacak şekilde “demokratik yapı”yı sağlamlaştırmak. Böyle bir gelişme, Türkiye’nin çoktandır AKP iktidarı –bizzat Başbakan- tarafından savsaklanan “AB rotası”nı canlandıracak ve “AB ufukları”nı karartan bulutların dağıtılmasına yardımcı olacaktır.

Haberin Devamı

Geldiğimiz noktada, sayıları hiçte az olmayan AB’deki Türkiye karşıtları âdeta zil takıp oynuyor. “Hukukun üstünlüğü”nün bizzat hukuk uygulayıcısı organlarla yıpratılabildiği bu kadar “kırılgan” bir demokratik yapıdaki bir ülkenin AB’de yeri olamayacağı savı güçleniyor. AB’de yine sayıları ve etkileri azımsanmayacak ölçüde bulunan “Türkiye yandaşları” zayıflıyor, silahsızlandırılıyor.

İlkini püskürtmek, ikincisinin elini güçlendirmek, “daha fazla”, “daha da fazla demokrasi” ile mümkün olabilir.

Vakit geçirmeden yapılmaya başlanması gereken, “yeni ve demokratik anayasa yapımı”na girişilmesi ve öncelikle bir “askeri darbe ürünü” olan 1982 Anayasası’nın parti kapatmalara cevaz veren anti-demokratik hükümleriyle, 12 Eylül hukukunun yan ürünü olan Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu ve TBMM İç Tüzüğü’nün değiştirilmesine girişilmesidir.

Böyle bir atılım, içeride “darbe karşıtı cephe”yi genişleteceği, canlandıracağı ve güçlendireceği gibi, “dış dinamikler”in de desteğini arkasına güçlü biçimde alacaktır.

Konu, “AKP-laiklik ekseni” dışına taşırılmak, “Türkiye-demokrasi ekseni”ne oturtulmak zorundadır.

 

***            ***           ***

 

Son günlerde çokça telaffuz edilerek bir slogan haline dönüşen bir cümle var: “Sorumluluk Başbakan’a düşüyor.” Bu slogana farklı anlamlar yükleniyor. Kimisine göre, Başbakan “geri adım atmalı” ve karşıtları ile “uzlaşma”lı. Burada açıkça telaffuz edilmeyen “darbeci ve ülkeyi kaosa sürükleme tasarımları yapan çeteler”le ilgili soruşturmanın durdurulması ise, bu bir “teslimiyet çağrısı”dır.

Bizce de, “Sorumluluk Başbakan’da.” Bizim kastettiğimiz, Başbakan’ın 22 Temmuz sonrası girdiği yanlış yoldan geri dönmesi, hatalarından ders alması ve o günden beri yaptığı yanlışları tekrarlamamasıdır.

Başbakan ve hükümeti, Türkiye’nin demokratikleşme doğrultusundan uzunca bir süredir yan çizmişti. Şimdi oraya geri dönmek zorunda. “Türkiye kazanacaksa, biz kaybedelim” diyor ya...

Demokrasi kazanırsa, Türkiye kazanır. Belki o zaman kendisi de kaybetmez...

 

Yazarın Tüm Yazıları