Türkiye, 2008’i kaybetti; AB ve demokrasiyi kurtarabilecek mi?

Anayasa Mahkemesi’nin Ak Parti’yi kapatma davâsını kabulü, beklenmedik bir şey elbette ki değildi. Bunun bir “sürpriz” yanı yok. Ancak, davânın görülmeye başlamasıyla birlikte –iddianamenin geri çevrilmesi gibi son derece küçük ama varolan bir ihtimal de bertaraf edildiğine göre- Türkiye’nin içine itildiği “siyasi kriz”in yeni bir aşamaya geldiği besbellidir.

Haberin Devamı

Siyasi kriz, siyaset sahnesini kutuplaştırarak derinleşeceğe benziyor. İşler, dünkü raddesine gelene dek aranan “sağduyu” ve “uzlaşma”nın bundan sonra daha da zor bulunabileceği anlaşılıyor. Türkiye’nin selâmetinden yana olan herkese, bu arada, başta hükümet ve başı yani Başbakan Tayyip Erdoğan’a bugüne dek olduğundan daha büyük ve daha ağır sorumluluk düşüyor.

Anayasa Mahkemesi’nin davâyı “incelenmeye değer bulması” ve bunu bu şekilde görerek “oybirliği”yle kabul etmesi, davânın sonucuna işaret etmiyor. Ak Parti’nin kapatılmasına karşı çıkacağı sanılan Anayasa Mahkemesi üyeleri de var. Dolayısıyla, sonucu gösteren, davânın “oybirliği”yle kabul edilmesi değil. İddianamede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ilişkin bölümün iddianamenin dışında bırakılmamasının 7’ye 4 oyla kabul edilmesi.

Haberin Devamı

İşin bu faslı, Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararını ve Cumhurbaşkanı ile Başbakan’a “siyaset yasağı” getirmeyi, aynı oy oranıyla alabileceğine bir “karine” olarak görünüyor. Malûm, bir siyasi partinin kapatılması için gerekli olan asgâri oy oranı 7’ye 4.

Şu anki göstergelere bakarak, bu “süreç” ve mevcut “güçler dengesi” devam ettiği takdirde kapatılacağını yüzde 100’e yakın bir ihtimal olduğunu söyleyebiliriz. Yani, “yargı darbesi”nin hedefine adım adım yürüdüğüne hükmedebiliriz.

Yargıtay Başsavcısı’nın 162 sayfalık iddianamesini tekrar okudum. İddianamenin 22.sayfasındaki şu bölümü okurken, nutkum bir kez daha tutuldu:

“Hukuk düzeninin suç olarak öngörmediği eylem, bu eylemin bir siyasi parti tarafından veya siyasi parti aracı kılınmak yoluyla işlenmesi durumunda, yarattığı ve kaçınılmaz olarak yaratacağı sonuçları gözetildiğinde, siyasi parti için yasaklama gerektirebilir. Eylemin suç olarak düzenlenmemesi, o eylemin hiçbir biçimde kınanamaması sonucunu doğurmaz... Siyasi partiyle isnat edilen eylem hakkında ceza davâsının veya soruşturmasının açılmamış veya dokunulmazlık gibi yasal engeller nedeniyle açılamamış olması da sonuca etkili değildir.”

Hukukun “kanunsuz suç olmaz” gibi en temel ilkesi bile, Başsavcı tarafından bir kenara bırakılmış ve Türkiye’nin iktidar partisinin kapatılmasına engel oluşturmayacağı böylece belirtilmiş oluyor.

Haberin Devamı

İddianame, bunun gibi sayısız totoloji örnekleriyle dolu. Ve, böyle bir iddianame “incelenmeye değer” görülüyor, hem de ancak “vatana ihanet” suçuyla yargılanabilecek, onun önerilmesi için TBMM’nin üçte iki oyunun gerekliği bulunduğu Cumhurbaşkanlığı makamı bile korunmadan, Cumhurbaşkanı da yargılanmaya dahil edilerek.

Hukuki değil, siyasi bir gelişmeyle karşı karşıyayız...

 

***                 ***                  ***

 

Bu durumda, Ak Parti olaya nasıl yaklaşacak? Bir ay içinde bir “ön savunma” verecek mi? Bunu red mi edecek? “Ön savunma” verse, olayı “hukuk içinde” gördüğü anlamına gelmeyecek mi ve bu, özü siyasi olan bir gelişmede “umutsuz bir çırpınış ve mücadele” sayılmayacak mı?

Haberin Devamı

Bu soruların cevabını bilmiyoruz. Bunlar, Ak Parti yönetimine kalmış hususlar.

Peki, siyasi parti kapatmayı imkânsız kılacak Anayasa maddelerinin değiştirilmesine gidilmesi ve TBMM aritmetiğine göre, bunun 330-367 aralığında mümkün olması halinde “referandum”a gitmek... Ak Parti, bu “yol”a girebilir mi?

“Bir davâ görülmekte iken, onu etkileyecek Anayasa değişikliği yapılamaz.” Böyle bir sav var. Ancak, bu da “siyasi” bir sav. Çünkü, yapılamayacağına dair hiçbir “hukuk kuralı” bulunmuyor. Artık, her şey “siyasileştiği” için, Ak Parti’nin rotasını da “siyasi strateji” ve “taktikler” belirleyecek. “Varoluşsal” bir mücadeleye itilen Başbakan ve partisine, normal zamanda yapması düşünülemeyecek davranışlara girmesi durumunda eleştirmenin ne “moral” ve ne de “pratik” anlamı bulunmuyor.

Haberin Devamı

Başbakan’a, işte tam da bu noktada büyük ve ağır sorumluluk düşüyor. İşlerin gelip dayandığı nokta, Türkiye’de demokrasinin raydan çıkartıldığı bir “yargı darbesi”ni ifade ettiği için, Başbakan sorumluluğu, ülkeyi demokratik raya yeniden oturtmak için, onun görev ve sorumluluğunu herkese oranla daha da arttırıyor.

Dolayısıyla, Başbakan’ın karşısındaki “cephe”yi küçültmesi, daraltması ve kurabileceği en geniş “ittifak manzumesi”ni oluşturması gerekiyor. Ters düştüğü, kızdığı, beğenmediği, hatta karşı olduğu kişiler ve kurumlar dahil. Bu tür “taktik” adımları”, Türkiye’de demokrasinin selâmeti “stratejisi” gereği atmalı.

 

***                  ***                 ***

 

Haberin Devamı

Tehlikede olan Tayyip Erdoğan mı, Türkiye’nin demokrasisi mi?

Üst üste geldiler. Ama, esas olarak, Türkiye’nin demokrasisi tehlikede. Bunu, Avrupa Komisyonu’nun Genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn’in son açıklamasından biliyoruz ve görüyoruz.

Olli Rehn kadar, Türkiye’nin AB üyeliğini savunan bir AB yetkilisini bulmak zor ve aynı Olli Rehn, AB Komisyonu’nun Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatması halinde “tam üyelik müzakereleri”nin durdurulabileceğini hatırlattı. Bugüne dek, Brüksel’den gelen en açık ve en ciddi uyarı. AB Dışişleri Bakanları’nın Ljublijana’da yaptıkları toplantıda, gündemin yüzde 60’ını Türkiye’deki bu son gelişmelerin konuşulması kapsamış.

AB ile katılım müzakereleri “Müzakere Çerçeve Belgesi”ne bağlı olarak askıya alınabiliyor. Söz konusu belge, “özgürlük, demokrasi, insan haklarına ve temel özgürlüklere saygı ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin ciddi ve devamlı biçimde ihlali” halinde askıya almayı öngörüyor.

Yani, Yargıtay Başsavcısı’nın talebini ve Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatmasını, “laik ve demokratik AB”, doğru görmüyor ve yukarıda sıralanan ilkelerin “ihlali” olarak görüyor. Daha söylenecek ne olabilir?

Anayasa Mahkemesi’nin kapatma davâsını kabulü ile önümüzde en az 6 aylık bir süre, bu konu etrafında Türkiye’nin çalkalanması söz konusu olacak. Sonuç ne olursa olsun, artık Tayyip Erdoğan hükümeti, bir “topal ördek hükümeti”dir. Bu hükümet, bürokrasiyi çalıştıramaz; dış politika güçlü herhangi bir pozisyon alamaz. Uluslararası finans krizi ortamında ekonomik krizin kapıyı çalacağı da ortada.

2007’den sonra Türkiye 2008’i de kaybetmiş gözüküyor.

İşlerin bu noktaya gelmesini isteyenlerin, ne AB umurunda ne de ekonomik kriz. Hatta,.Türkiye AB’den kopsun; ekonomik krize de girsin istiyorlar muhtemelen.

İşte, tam da bu yüzden, Tayyip Erdoğan’ın onların istediğinin tam tersi yönde davranması gerekli. Demokrasinin, olabilecek en az hasarla kurtarılmasının yolu da öyle açılabilir...

Yazarın Tüm Yazıları