Sevilla’da bir öğledensonra...

Fenerbahçe takım otobüsünü Sevilla havaalanına götürecek otobüs, Melia Sevilla otelinin önünden hareket ettikten sonra, tek başıma kaldım. Yönetim, taraftarlar, hepsi gitmişti. Oteli, en son, başlarında Zico, teknik heyet ile oyuncular kalmıştı. Onları, Türkiye’ye uğurlayan “en son Türk ve Fenerbahçeli” olmanın onuru ve keyfi ile hüzün birbirine karıştı.

Haberin Devamı

Kendimi Sevilla sokaklarına bıraktım. Kendi başıma, Sevilla’nın tarihi merkezinin sokaklarını arşınlamanın özel bir mutluluk olacağını, Sevilla’ya ilk kez 22 yıl önce gelmiş olduğum için, biliyordum.

Brüksel’de arkamda bıraktığım Hasan Cemal’in oradan yazdığı gibi, “... Kendi başıma kalmanın mutluluğunu yaşamaya çalışıyorum. Bazen başkaları kâbus oluyor. Yapayalnızlık ise bir kurtuluş...”

Tam öyle bir ruh hali. On-onbeş dakikalık bir yürüyüş ile Avenida de la Constitucion’a ulaşıyorum. Sevilla’nın 500 küsur yıl önceki Engizisyon’a dek Yahudi mahallesi Santa Cruz’un kalbi orası. Yürüyorum ve yürüyorum. Şehrin Müslüman döneminin büyük abidesi, aslında dikdörtgen, göğe yükselen bir minare olan La Giralda’yı ve çevresine kurulan Katedral’in civarında dolaşmayı erteleyerek, Arenal’e giriyorum. Arenal, bizdeki Tophane anlamında. İngilizcesi Arsenal.

Haberin Devamı

Arenal’den geçerek Rio Guadalquivir’e ulaşacağımı da biliyordum. Sevilla’nın ortasından geçen büyük nehir. Arapça’dan bozma bir isim. Arapça “Büyük” anlamındaki “Kebir” bozularak “quivir” olmuş.

Nehrin üzerindeki köprülerin en ünlüsü İsabella II olmalı. Onun üzerinden geçip kentin tarihi seramik merkezi Trianfa’ya geçiyorum. Nehir kıyısında Guadalquivir’i seyrediyorum. Yeşilimsi bir renkle, ebedi bir huzur içinde akıyor, Okyanus yönünde.

Geldiğim yoldan tekrar karşıya geçip, olağanüstü güzel bir Barok mimari önünde kala kalıyorum. Plaza de Toros de la Maestranza. 1761 ile 1881 arasında kurulmuş olan boğa güreşi arenası burası. Duvarlarında halâ Manolete’nin afişleri.

Manolete, yani Manuel Sanchez Rodriguez, İspanya’da “tüm zamanların en büyük matadoru” sayılan efsane. 1917 Cordoba doğumlu, 1947’de Linares’te bir Ağustos sonu öğleden sonrasında, o gün kılıcını sapladığı beşinci boğanın boynuzları kasıklarına saplanıp, bu dünyayı terkettiğinde 30 yaşındaymış. Ölümü, İspanya’yı şoka sokmuş.

Manolete, “matador doktorası” sayılan “alternativa”yı Sevilla’da almıştı. Plaza de Toros’un önünde Manolete’yi gözlerimin önüne getirip yaşatmaya çalışıyorum. Ve, aklıma, yakınlardaki Granada’dan çıkan İspanyol şiirinin en büyük ismi, Federico Garcia Lorca’nın, “matadorun ölümü”nü anlattığı o muhteşem şiir geliyor: “Öğleden sonra Beş’te...” İspanyolca nakaratıyla “A las cinco de la tarde”...

Haberin Devamı

Benim bildiğim, Lorca’nın o şiiri, Ignacia Sanchez Mejias adlı bir başka boğa güreşçisini anmak amacıyla, Manolete’nin ölümünden onbir-oniki yıl önce kaleme alınmıştı. Ama, Manolete’ye ne kadar uygun düşüyor. “Boynuzları yanıbaşında gördüğünde, gözleri kapanmadı...”

Şiir bu; zamana, mekâna sığmaz. Zamanı, mekânı kendisine uydurur. Herkes için, her vakit geçerlidir. Siyaset değil şiir bu. “Ölüm” gibi, “hüzün” gibi, “sonsuzluk” gibi herkesin ortak temalarıyla var olur.

Sevilla sokaklarında, Endülüs döneminin tüm izleri ile tanıdık, yakın bir ortam var sanki ama bizim pek de aşina olmadığımız bambaşka bir kültür. Adım başında portakal ve limon ağaçları, kafeler ve lokantalar. Cıvıl cıvıl bir hayat, Mart ayında yaz güneşinin aydınlattığı ışıklar içinde. Ve, sürekli bir “ölüm” ve “hüzün” duygusu.

Haberin Devamı

Guadalquivir’in usul usul akan yeşil suyunda, Tarihi arenanın, Plaza de Toros’un revnaklı barok mimari kıvrımlarında, Santa Cruz’un labirent sokaklarında, La Giralda’nın görkemli göğe yükselişinde, sanki ritmik bir biçimde tekrarlanan bir melodi sarıyor insanın içini. Sonsuzluk...

Siyasetin günlük ve biteviye itiş-kakışlarından binlerce kilometre uzaklıkta, Sevilla’da cıvıl cıvıl bir yaşam ile “ölüm-hüzün” tahterevallisinde sallanmak pek hoş.

Öğleden sonra beş’te...

Yalnızlık, sonsuzluk duygusuyla buluşunca...

Yazarın Tüm Yazıları