Zorluk ve Öncelik

Ülkede sivil bir siyasi muhalefet olmayınca, böyle bir muhalefetin yokluğunda siyaset gündemine yerleşen herhangi bir konu –genellikle “simgeler” ve başörtüsü bunların başında geliyor- amansız bir “kutuplaşma”ya vesile teşkil ettiğinde günlük yazı yazmak, yapılabilecek en zor işlerin başında geliyor.

Haberin Devamı

Tabii, eğer “sağduyu”dan ayrılmamak ve kendinizi “kutuplaşma”nın tarafı olarak görmek istemiyorsanız, bu böyle.

Öyle davrandığınız takdirde, “ne Ali’ye, ne Veli’ye yaranamamak” ve “iki cami arasında –Türkiye’de kışla ile cami arasında- bînamaz kalmak” durumu kaçınılmaz oluyor. Zira, “kutuplaşma”nın sizden beklediği, eski Bizans’taki gibi ya Yeşiller’den ya da Mavi’lerden yana olmanız.

Türkiye’deki gibi bir “kutuplaşma” hali, “toplumsal akıl tutulması”nın, bir tür “ruh hastalığı”nın sonucu veya öyle bir hastalığın tetikleyicisi. Yumurta-tavuk misali bir durum.

Bir aydının, hele yukarıdaki ölçülere uymak isteyen bir köşe yazarı ise, “işlevi”nin “eleştirel” olması kaçınılmaz. “Eleştirel” olma işlevi, esas olarak, siyasi iktidara yöneliktir.

Türkiye’deki sıkıntı, tam da bu noktada kendisini ortaya koyuyor. İşte, “sivil bir siyasi muhalefet” yoksunluğunun belirleyici önemi de burada. O yoksunluk, “eleştirel” olma işlevini, siyasi iktidar kadar hatta ondan daha fazla bir oranda “sivil olmayan siyasi muhalefete” yöneltmeye yol açıyor.

Haberin Devamı

Türkiye’de siyasi iktidarın karşısında yer alanların önemli bölümü, bir tanımlamaya göre “panik ve korku içinde yaşayan, kendini çağdaş zanneden anakronik bir azınlık.” Ve, bu “kendini çağdaş zanneden anakronik azınlık”ın temel özelliği “demokrat” olmaması, “çağın ruhuyla kavgalı” bulunması ve “özgürlük ve serbestlik” gibi kavramlara yabancı kalması.

Bu “anakronik azınlık”ın kendini ifade biçimi ya da siyasi iktidara karşı çıkış tarzı, kendince “çözüm”ü; Anıt Kabir’de, “ulusalcılık”ta, bayrakta, kimsenin itirazı olmayan bir kavramı tekeline almış biçimde sloganlaştırdığı “Cumhuriyetçilik”te, kendince bir “ideolojik tabu” haline getirmek istediği “Kemalizm”de ve askerde aramak.

Böyle bir “anakronizm”e karşı olmak, çok kez siyasi iktidarda karşı “eleştirel” olmaya oranla öncelik kazanıyor.

Mesele bu.

 

***              ***           ***

 

Haberin Devamı

Gündemi, 22 Temmuz’da elde ettiği yüzde 47’lik oy oranına ve TBMM’deki tayin edici çoğunluğuna güvenerek ve dayanarak belirleyen ve “kutuplaşma”yı besleyen siyasi iktidar ise, ülkenin demokrat kamuoyunun, söz konusu “öncelik” nedeniyle, ülkenin “demokrat kamuoyu”nun nasılsa “anakronizm”e itibar etmeyeceği düşüncesiyle, onu “çantada” görmek eğiliminde.

Yine bir tanımlamaya göre, “demokrasiye bağlılığı kendi dertleriyle sınırlı bir güçlü siyasi iktidar” söz konusu. Bu siyasi iktidar, “ifade özgürlüğü, azınlık hakları, Kürt sorunu, Avrupa birliği gibi alanlarda adım atmamak için bahane üzerine bahane” üretiyor. Ve, bu siyasi iktidar, “Türk-İslam sentezine âşık, MHP ile aynı toplumsal tabanı paylaşan ve temel siyasi refleksleri liberal demokrasiyle uyumsuz muhafazakâr” bir siyasi iktidar.

Haberin Devamı

“Liberal demokrasi”nin zemini böylesine zayıf olunca, siyasetin, toplumun ve hatta medyanın rahatlayacağı bir “demokratik kültür ve sivil yapısal bir denge” de yok ya da oluşmamış durumda.

“Liberal demokrasi”nin bu kadar “çürük zemini” üzerinde, “demokratik kültür ve sivil yapısal denge” yoksunluğunda ve dahası siyasi gündemin yıllar ötesinden, ileriden bakıldığındaçok da anlamlı görülmeyecek (2040 yılında, 2008 Türkiye arşivlerini inceleyenler, başörtülülerin üniversiteye girebilmek için, çene altından fiyonkla mı bağlamaları yoksa iğneyle mi tutturmalı gerektiğinin yasa konusu olduğunu ve bunun etrafında hararetli bir tartışmayla kıyametin koptuğunu okusalar, ne düşünürler acaba?)

Haberin Devamı

 “simgeleri” üzerindeki bir “siyasal-toplumsal kutuplaşma”nın mengesinde sıkıştırılan “liberal” ve “demokratik” düşünce, kendisini etkili biçimde nasıl ortaya koyabilir?

Bütün bunların yoksunluğundaki bir ülkede, Avrupa Birliği perspektifi nasıl açık tutulabilir; veya nasıl canlandırılabilir? Avrupa Birliği, nereden baksanız, Türkiye’nin muazzam bir “toplumsal dönüşümü”nü ve onunla birlikte “devletin dönüştürülmesi”ni, kısacası ülkenin “modernleşmesi”ni ifade ediyor.

Bu “tarihi proje”bütün bu yoksunlukların oluşturduğu “çürük zemin” üzerinde, sadece siyasi iktidar yetkililerinin “sözlü açıklamaları”na bel bağlayarak gerçekleştirilebilir mi?

 

***           ***           ***

 

Haberin Devamı

Ak Parti hükümeti, “ikinci dönemi”nde Ankara’ya hayli alışmış, “Ankara usûlleri”ni daha iyi öğrenmiş ve “Ankara merkezli” bir siyasi iktidar alanını kendisine daha çok açmanın peşinde bir görüntü veriyor. Aynı zamanda da “iktidar yorgunluğu”na şimdiden kapıldığı görüntüsünü.

Ülkenin en temel sorunlarına neşter atacak “reformcu enerji”yi, yüzde 47’den alabileceği güçle değerlendirmek yerine, gözünü ta 13 ay sonraki “yerel seçimler”e taktığı seziliyor. “Diyarbakır kalesi”, DTP’den alınırsa, Güneydoğu’daki oy oranı 22 Temmuz’a oranla arttırılırsa, kimilerince “Kürt sorunu” diye adlandırılan “sorun” Ak Parti içinde “eritilerek” çözülmüş sayılacak.

İstanbul Kadıköy, Ankara Çankaya ve İzmir yerel yönetimleri de, bazı idari düzenlemeler sayesinde Ak Parti’nin kucağına düşürülürse, Ak Parti’nin “siyasi iktidar”daki payı artacak ve devlet içindeki mevzilenmesi daha da pekişecek. Tasavvur bu.

Bütün bunları gerçekleştirmek için, Ak Parti’nin TSK ile “farklılıkları”“iktidar denklemi” içinde uzlaştırmak ve uyumlu hale getirmek gerekiyor.

Siyasi iktidarın “öncelikleri” böyle olursa, “AB süreci”nin savsaklanması da doğaldır. Öyle olmak zorundadır.

O nedenle, “2008 yılını AB yılı yapmak”tan pek emin olamıyoruz.

Bütün bu nedenlerden ötürü, günlük yazı yazmak da pek kolay olmasa gerek...

Yazarın Tüm Yazıları