“Avrupa’nın Hasta Adamı” veya “AB’li Hukuk Devleti”...

“Türban” ya da “başörtüsü”nün üniversitelerde serbest bırakılması tartışmalarına, bir “katkı” ve bugüne dek işittiğim en “çarpıcı” görüş Üniversitelerarası Kurul’un Başkanı ve Akdeniz Üniversitesi Rektörü sıfatlarını taşıyan Prof.Dr. Mustafa Akaydın’dan geldi.

Haberin Devamı

“Başkan ve Rektör” Prof. Akaydın’ın itirazı “laiklik”e yönelik tehditten, konunun bir “rejim sorunu” olmasından ziyade “teknik” gözüküyor. Cep telefonlarının bluetooth kulaklıkları olduğunu hatırlattıktan sonra şöyle diyor:

“O kulaklığı kulağına takan ve türbanla kapatan bir öğrenci sınava girdiğinde ne olacak? Dersteki erkek hocaysa türbanını açtırıp arama yapamaz. Yapsa dinsel tacizle suçlanır. Her derse kadın hoca mı vereceğiz?”

Bu, kimsenin aklına gelemeyecek bir “itiraz.” Laiklikle filan da ilgisi yok. Türbanın sınav selameti açısından bir tehdit oluşturduğunu ifade ediyor.

Tam bir “oxymoron” hali. Bu İngilizce sözcüğün doğrudan bir Türkçe karşılığı yok, ya da ben bilmiyorum. Kendi içinde paradoks taşıyan bir söylem anlamında. Yani, duyduğunuzda ne karşılık vereceğini bilemeden kala kalacağınız bir durumu ifade ediyor. Üniversitelerarası Kurul Başkanı ve Akdeniz Üniversitesi Rektörü’nün “türban karşıtlığı”na ilişkin bu açıklaması da öyle. Oxymoron.

Haberin Devamı

Aslında bunun çözümü yok değil. Örneğin, uçaklarda olduğu gibi cep telefonlarının sınavlarda kullanımını yasaklayabilirsiniz. Cep telefonu kapalı olduğu takdirde, profesörün sözünü ettiği “bluetooth” fonksiyonu da çalışmaz. Ama, bunun için de bir denetim mekanizması gerekiyor tabii ki.

Ya türbanlı öğrenci, cep telefonunu sessize getirip içeri sokarsa? Her sınav kapısına, havaalanları girişlerinde olduğu gibi, elektronik kontrol cihazları mı kuracaksınız? Bunun içinüniversitelerin bütçeden kaynak ayırmasına imkan, hatta gerek var mı?

Bu “itiraz”, türbanın üniversiteye kabul edilmemesi için anlamlı ve geçerli bir neden oluşturuyor gibi. Ama, aynı sorun, yani “bluetooth kulaklığı”nın hayli kabarık bir peruk altına sokulması ihtimali de var;buna karşı nasıl bir önlem alınabilir?

Görüldüğü gibi Üniversitelerarası Kurul Başkanı’nın ortaya koyduğu ve laiklikle ilgisi bulunmayan “teknik itiraz” nice çetrefil sorunu da beraberinde getiriyor. Bu bakımdan, “sınav selameti” açısından türbana değil, peruka da karşı olmak gerekebilir.

Haberin Devamı

İşin içinden çıkmak, giderek, güçleşiyor.

 

***       ***      ***

 

Bu düzeyde tartışmaların içine girdiğimizde ise, Türkiye’nin genel olarak “ruh sağlığı”na ilişkin kaygılar artıyor.

Acaba biz “toplum” ve “rejim” olarak “hasta” mıyız? Yoksa, hastalanıyor muyuz?

Rus Çarı Nikola’nın 19.Yüzyıl’ın ilk çeyreğinde Türkiye’yi “Avrupa’nın hasta adamı” ilan etmesinden bu yana, 200 yıldır “Türkiye” ve “Avrupa’nın Hasta Adamı” kavramları alternatifli olarak kullanılır oldu ya da zihinlerde yer etti.

O Türkiye değildi, Osmanlı İmparatorluğu’ydu diye düzeltme yapmanın gereği yok;zira, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalılar nezdindeki adı, kestirmeden, hep Türkiye olageldi.

Haberin Devamı

Sadece ozamanların Türkiye’si ile bugünün Türkiye’si arasında “sınır farkı” var. Bir başka profesör, Bahçeşehir Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof.Dr. Eser Karakaş, dün Star’da “1908-2008: İttihatçılardan Ergenekonculara” başlıklı yazısında tam 100 yıl önceki sınırlarımızı hatırlatıyordu:

“Bugünden tam yüz yıl önce 1908’de İttihat ve Terakki Osmanlı İmparatorluğu’nun kaderini eline aldığında Osmanlı coğrafyasını, haritasını hatırlamakta büyük fayda var.

1908 senesinde bir Osmanlı Avrupa’sı var ve bu coğrafyada Selanik, Kosova, Manastır, İşkodra, Yanya, Bosna-Hersek, Bulgaristan, Ege adaları, Girit, Kıbrıs, Osmanlı vilayetleri ya da sancakları.

Haberin Devamı

1908 senesinde bir Osmanlı Asya’sı mevcut ve coğrafyaya tüm Anadolu’ya ilaveten Halep, Beyrut ve tüm Lübnan, Kudüs, Şam ve tüm Suriye, Musul, Bağdat, Basra, Hicaz ve Yemen dahil ve bu merkezler, Osmanlı vilayeti ya da sancağı.”

Ayrıca, Mısır Hidivliği, Bingazi ve Trablusgarp’la (bugünkü Libya) bir “Osmanlı Afrika’sı”nı da hatırlatıyor. Avrupalılar, bu coğrafyanın tümüne “Türkiye” diyorlardı.

Bizler için, bu adı geçen yerlerin tümü ve her biri “Kutsal Vatan Toprağı” idi. Dedelerimiz, oraları “kutsal vatanın bir parçası” olarak tutmak uğruna çaba harcadılar, kimileri can verdi. Örneğin, bir Üsküp, 1908’de başkent İstanbul’a, bugün Cumhurbaşkanı’nın memleketi Kayseri kadar yakındı ve en az onun kadar bize aitti.

Haberin Devamı

Eser Karakaş, konuyu, “Ergenekon çetesi”ne ve ardındaki “zihniyet”e getirerek, “Bizlerin bugün korkusu ise Enver’lerin, Talat’ların, üstelik çok ama çok kötü kopyalarının, aynı zihniyet ve eylem anlayışını bayrak yaparak 21.yüzyılda başımıza büyük belalar getirmeleri” diyor ve “Birilerinin güçlü devlet sevdası, özlemi varsa bilsinler ki bunu gerçekleştirmenin yegane yolu AB tam üyeliğinden geçiyor” diye yazısını tamamlıyor.

 

***       ***       ***

 

Elime Contemporary Review adlı, yılda iki kez yayınlandığı anlaşılan bir İngiliz dergisinin 1911 yılının Temmuz/Aralık sayısında çıkan Dr. E.J. Dillon imzalı “Turkey still the Sick Man of Europe” (Türkiye hala Avrupa’nın Hasta Adamı) başlıklı bir yazısı geçti. Yazı yayınlandığı vakit, Türkiye, 1908’deki, yukarıda aktarılan sınırlarında. Daha Balkan Savaşı patlak vermemiş yani.

Makalenin daha ilk sayfasındaki, (Avrupa’daki) Hiçbir hükümet Jön Türk rejiminin fazla ömürlü olacağına inanmıyor ve o gittiği vakit, ‘Osmanlı’ imparatorluğunun ömrünün de pek uzun sürebileceğine de gerçekten inanmıyor.”

Nitekim,pek geçmeden Balkan Savaşı çıktı; Türkiye’nin Trakya dışında tüm Rumeli toprakları ve bu arada Ege adaları ve Trablusgarp-Bingazi elden çıktı. Anadolu ve Trakya dışında kalanlar ise 1914-1918 arasındaki Birinci Dünya Savaşı’nda yitirildiler. Osmanlı İmparatorluğu adındaki Türkiye, tarihten ve haritadan silindi.

Yazar, o Türkiye’nin başındaki “bela”nın “teşhisi”ni “Teşhis ve Tedaviler” ara başlığın altındaki şu cümleyle koyuyor:

“Kimi siyasi gözlemcilere göre, gizlilik (yani perde arkasında çevrilen dolaplar) Genç Türkiye anayasasını anlamsız kılıyor. Farklı ırklar, diller ve dinlerde oluşmuş bir İmparatorluğu yönetmek için yeterince eğitim sahibi olmayan ve sorumluluklarını savsaklayan ne idüğü belirsiz bireylerin gizli-kapaklı yönergeleriyle sistematik bir çaba harcamak, felaketle sonuçlanmaya mahkumdur.”

Tedavi yolu ise şu cümlelerde ifade buluyor: “İngiltere’de olduğu gibi Anayasal Yönetim, Türkiye gibi despotizmle malul ve bundan bitkin düşmüş tüm ülkeler için tek yanılmaz çaredir. Parlamenter sistemi uygulayın, oyunu dürüstçe, kurallara göre oynayın, böylece ulusun damarlarına tanrıların damarlarındaki ölümsüz iksirini zerketmiş ve onu tüm Parlamenter ülkelerin mirasçısı olacağı bir ölümsüzlükle donatmış olursunuz.”

İngiltere’de bir yazılı anayasa yok; buradaki “Anayasal Yönetim” sözcüğü günümüz jargonundaki “Hukuk Devleti” anlamında.

Türkiye, “Hukuk Devleti” olduğu vakit, 200 yıllık bir aradan sonra “Avrupa’nın Hasta Adamı” sıfatını da sonsuza dek terkedebilecektir...

Yazarın Tüm Yazıları