Güncelleme Tarihi:
İki kez Oscar’a aday gösterilen yönetmen Paul Thomas Anderson’un beşinci filmi olan Kan Dökülecek, gümüş
California’da Sunday ailesinin “altından girip üstünden çıkarak” bir petrol okyanusunun üzerine kurulu arazilerini düşük bir fiyata satın alan Plainview, petrol imparatorluğunu her geçen gün genişletirken, arazi parasının bir kısmıyla kendi kilisesini kuran genç rahip Eli Sunday (Paul Dano) da cemaatine her gün yeni müritler katıyor ve o da maddi manevi serpilip büyüyor.
158 dakikalık görece uzun filmin büyük bir bölümünde bu iki adamın kendi kendileriyle ve birbirleriyle mücadelelerini izliyoruz. Sunday, Plainview’in işi dolayısıyla yaşadığı felaketleri (örneğin evlatlığı H. W., petrol kuyusundaki patlamada sağır oluyor) kuyuları kendisinin kutsamasına izin vermemesine bağlıyor. Acımasız petrolcü ise Sunday’ın kendisi için hep sorun yarattığını düşünüyor. Aralarındaki çekişme sonunda “kan dökülmesi” ile noktalanıyor.
NEREDEYSE KADINSIZ BİR FİLM
Başlıkta da söylediğim gibi Plainview, kişiliğinde psikanaliz için epey malzeme barındıran bir adam görüntüsü çiziyor. Filmi bitirdiğinizde, bu taş gibi adamın çocukluğunda, insanlara karşı nefret tohumlarının karakterine serpiştirildiğini düşünüyorsunuz. Babasının ikinci bir kadından çocuğunun olduğunu öğreniyoruz. Ayrıca geçmişiyle ilgili neredeyse hiç kimseye en ufak bir şey anlatmıyor ve geçmişinden konuşmaktan özenle kaçınıyor. Sanırım sadece bir defasında üvey kardeşi olduğunu söyleyerek bir süre yanında kalan Henry Brands’ı (Kevin J. O’Connor) test etmek için çocukluğundan söz ediyor (zaten bunda da başarılı oluyor ve Brands’ın aslında kardeşi olmadığından emin oluyor – artık sonrasını siz tahmin edin). Ve ona “insanların sadece kötü taraflarını gördüğünü, dolayısıyla onları tanıma çabası içinde olmadığını” söylüyor.
Plainview ciddi bir hızla yükselirken, belki de insanların hep kötü taraflarını gördüğü için birdenbire ve beklenmedik biçimde de düşüyor. O kadar servet yapıyor ama bunu paylaşabileceği kimsesi bulunmuyor. Zengin sınıfının vazgeçilmez tanımlayıcı öğelerinden biri olan aile kavramı onun dünyasında yer almıyor. Dolayısıyla ileriki yaşlarda hayat onun için bir anlamda ancak alkolle çekilebilir hale geliyor ve düşüş başlıyor. Onun için hayatta yapılması gereken belki de tek şey kalıyor: İnanmadığı Tanrı’dan ve insanlardan alacağı intikamın son halkası.
Söz aileden açılmışken filmde dikkatimi çeken bir şeyi de kaydetmek istiyorum. Kan Dökülecek, kadınların varlıklarıyla en az göründükleri filmlerden biri. Kadınlar daha çok yokluklarıyla hissettiriyorlar kendilerini. Zaten galiba film, söylemek istediğini bu yolla çok daha iyi söylüyor ve bu açıdan da çok başarılı.
Bir de filmin adına değinmek istiyorum. Film tam da adında vaat ettiğini tutuyor ve “kan dökülecek” an hep öteleniyor. Biraz da bundan dolayı aslında filmde öyle çok da fazla kan görmüyorsunuz.
FİNAL OLAĞANÜSTÜ
Şahsen ben filmi izlerken biraz da bir John Steinbeck romanı okur gibi oldum. Favori hikaye anlatıcılarımın başında gelen Steinbeck’te olduğu gibi filmin de görece dingin ama güçlü bir ifadesi var. Onun romanlarındaki gibi filmin konusunun California’da geçiyor olması da bu izlenimi pekiştiriyor sanırım.
Son olarak filmin finalinden söz etmek gerekiyor. Her rejisör için film yönetmekle final yönetmek performans anlamında aynı olmuyor. Fakat Paul Thomas Anderson tıpkı filmin genelinde olduğu gibi finalde de zekice işler çıkarıyor. Bunun kanıtlarından sadece birini söyleyerek bitirmek istiyorum. Plainview’in hizmetçisinin filmin sonunda gördüğü sahne karşısında verdiği (ya da daha doğrusu vermediği) tepki çok şey söylüyor. Bir anlamda bütün filmi özetliyor.