Dış politikada rota şaştı mı

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, kısa süre önce, Türk dış politika hedefi açısından “2008’i AB yılı yapmak”tan söz etti. Bunu ilk bakışta “ferahlatıcı” bir “siyasi irade beyanı” olarak görmek gerekiyor. Ama “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” düsturundan hareket edersek, yılın ilk ayı itibariyle Türk dış politikası böyle bir görüntü vermiyor.

Haberin Devamı

Yine bir özdeyişten hareket eder ve “Perşembenin gelişi çarşambadan bellidir” ölçüsüne başvurursak, Türkiye’de dış politika açısından 2008’in bir şey olmayacaksa, o da “AB yılı” olmaması muhtemel.

AK Parti’nin yüzde 34’lük bir seçim zaferiyle iktidara geldiği 2002 yılında Abdullah Gül, Başbakan sıfatıyla hükümet kurma girişimlerine başlamışken, partinin genel başkanı Tayyip Erdoğan baş döndürücü bir süratle AB ülkelerini ziyaret etmeye başlamıştı.

Bunların bir-ikisine katılmış biri olarak hâlâ belleğimde duran bu “tur”lardan birinde, sabah Ankara’dan Portekiz’e, Lizbon’a uçmuş, aynı akşam Lizbon’dan ta Helsinki’ye geçip orada gecelemiş, ertesi gün Finlandiya’daki görüşmelerin sonrasında Danimarka’ya uçmuş; Kopenhag’daki görüşmeyi de tamamladıktan sonra ikinci geceyi İsveç’te, Stockholm’de geçirmiştik.

Haberin Devamı

Üçüncü günün gecesinde, gündemde, Stockholm’deki görüşmenin ardından geldiğimiz Paris’te Chirac-Erdoğan görüşmesi vardı. Ama Paris’te gecelemedik. Gece yarısı Türkiye’ye doğru havalandık.

2 gece 3 gün ve 5 Avrupa başkentinde en üst düzeyde görüşmeler.. Bu tempoyla bazıları birden fazla kez, bir ay içinde ayak basılmamış AB ülkesi kalmamıştı. Amaç, 9-10 Aralık’ta Kopenhag’daki AB Zirvesi’nden Türkiye’ye tam üyelik müzakerelerini başlatmak için tarih çıkartmaktı.

Kopenhag’da da 2 yıl sonrasında tarih verilen Brüksel Zirvesi’nde de Türkiye “gündemin birinci maddesi”ydi.

AB’ye yönelik olarak Türkiye’de iktidarın başını çektiği o dinamizmi bugün görüyor musunuz?

AK Parti iktidarı, hâlâ o dönemde Batı’da kazandığı “sermaye”yi yemekle meşgul. 2008’de bu “sermaye”nin tüketilmesi de ciddi bir ihtimal.

***      ***     ***

Cumhurbaşkanı'nın 2008’in ilk ayındaki dış gezi ve Ankara’da ağırladığı dış konuk tercihleri, “siyasi iktidar”ın ne derece “AB öncelikli” dış politika izleyip izlemediğine ilişkin ipucu verebilir.

Gül, gerekliliği özellikle de “zamanlaması” açısından tartışma yaratan ABD ziyaretinin ardından Mısır’a gitti. Mısır’dan sonra fazla soluklanmadan, soluğu Suriye’de aldı. Suriye ziyareti sırasında, Şam rejiminden “ağırlığını Lübnan’da tıkanan cumhurbaşkanı seçiminin önünü açması için kullanmasını istediği”ne dair bizim gazetelerde çıkan haberler okudum. Washington’da bulunduğum sırada gördüğüm bir fotoğraf, Gül’ü sağında Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad, solunda ise Lübnan’ın görevi sona eren, eski Lübnan Cumhurbaşkanı Emile Lahoud ile birlikte gösteriyordu.

Haberin Devamı

Emile Lahoud, bir “Suriye kuklası” olarak biliniyor. Cumhurbaşkanlığı süresinin uzatılmasının Suriye’nin “yasadışı baskıları”yla gerçekleştiğini ve Refik Hariri’nin öldürülmesinin bu olayla ilişkili olduğunu ise Ortadoğu’da bilmeyen yok.

Abdullah Gül’ün Şam’a “içtenliği”nden şüphe edilemeyecek telkininin yerine getirilmediğini, bu fotoğraf karesinden daha iyi anlatan bir şey de yok.

Suriye ziyaretini, Çankaya kapılarının Sudan Devlet Başkanı Ömer Hasan el-Beşir’e açılması izledi. Bu ev sahipliğinin, Mısır ve Suriye ziyaretlerinin ardından gelmesi bir yana, gereğini anlamakta zorlanıyorum.

Ömer el-Beşir, iktidara 1989 yılında bir “askeri darbe” ile geldi. “Mareşal” rütbesini kullanıyor. Ülkesini kısa sürede “şeriat hukuku”nun uygulandığı “İslami rejim”e çevirdi. Muhaliflerini amansızca ezen bir “askeri diktatörlük”ün başında.

Haberin Devamı

Ama Ömer el-Beşir’le “yakınlaşma”yı şaşkınlıkla karşılamamızın nedeni bu değil.

Sudan’ın ve bizzat devlet başkanının Darfur ve orada cereyan eden katliamla ilişkisi. Darfur sorununun nereden kaynaklandığı ve nasıl seyrettiğine ayrıca değineceğiz ama Sudan hükümetinin Darfur’da 400 bin kişinin ölümünden sorumlu tutulduğu ve Darfur bölgesinde 2.5 milyon insanın evinden olduğu, büyük bir “insanlık dramı”nın cereyan ettiği biliniyor.

Etnik kökenli bir sorun olan Darfur’daki katliamı Cancavid adlı, hükümet desteğindeki milis örgütünün gerçekleştirdiği, Cancavid’in Baggara adlı Kuzey Sudanlı Arap kabilelere dayandığı da biliniyor.

Ömer el-Beşir, Ankara’ya gelmeden önce “savaş suçlusu” olarak yayılan ismi; Cancavid liderlerinen Musa Hilal’i “cumhurbaşkanı danışmanı” olarak atadı.

Haberin Devamı

Merkezi New York’taki “Human Rights Watch” (İnsan Hakları İzleme Örgütü) “kitlelerin insan haklarını ihlalden sorumlu tutulan bir lider”in Türkiye’ye davet edilmesinden şaşkınlık duyulduğunu açıkladı.

“Human Rights Watch” gibi kuruluşların beyanlarının, Sudan’da kokusu alınan petrolü elde etmekten daha etkili bir “dış politika enstrümanı” olabileceğini akla getirmeliyiz.

***           ***          ***

Sudan liderinin tepkilere vereceği cevabı elbette var. Cancavid liderini danışmanı olarak atamasına ilişkin açıklamasında, Darfur’a bakış açısını da dillendirmiş oluyor: (Musa Hilal’in) İstikrar ve güvenliğe katkısı oldu. (Üstü kapalı katliam itirafı) Ona yönelik suçlamaların gerçek dışı olduğuna inanıyoruz. Sudan’da gerçek cinayetleri işleyenler Avrupa’dan yardım alanlardır.”

Haberin Devamı

Bizim iş dünyasının bazı şahsiyetleri de benzer bir telden çalıyor. Bir işadamı, “Darfur konusu, Sudan’ın bölünmesini isteyen, enerji kaynaklarını paylaşmak isteyen İslam karşıtı güçlerin o ülkeyi kötü göstermek için ortaya çıkardığı bir sorundur. Biz kendi işimize bakalım ve ticaret hacmimizi, orada çalışan işçi ve işveren sayımızı on katına çıkarmayı hedefleyelim” demiş.

Ne kadar tanıdık söylemler bunlar; “dış güçler”, “ülkenin bölünmesini istemek”, “sorumlu Avrupa” vs.

Bu “bakış açısı”, böyle bir “ruh” ve böylesine “tercihler”le 2008’i nasıl AB yılı yapacağız?

2008 AB yılı yapılamazsa, “demokratik reformlar”ın gerçekleşmesi, başta “ifade özgürlüğü” ülkenin önünün açılması için gerekli dürtü nereden gelecek?

Sormaya devam edeceğiz. Belli ki, “dış politikada rota” şaşmış vaziyette.

Yazarın Tüm Yazıları