Hrant’a ne diyebilirdim?

Bugün ayın 16’sı. Ocak 2008’in 16’sı. Geçen yıl bugün Hrant daha ölmemişti. Öldürülmemişti. Üç gün sonra, ayın 19’unda Hrant gitti.Götürdüler. Bir daha gelmedi. Onu bir daha görmedik.

Haberin Devamı

Ayın 18’inde “güvercin tedirginliği” yazısı, son yazısı matbaaya verilmişti. O yazısını geçen yıl bugün mü yazmıştı acaba? Bilmiyorum. Ama, o yazıya yansıttığı duygular, geçen yıl bugün, bütün yoğunluğuyla önü kaplamıştı. Onu bugün biliyorum.

Ayın 19’unda dağıtılan Agos’ta o yazısı, son yazısı vardı. Hani, “güvercin tedirginliği” duyduğunu anlattığı, “Ama bu ülkede güvercinleri vurmazlar” diye yazdığını, bunu “bilmenin” ona tüm can kaygısı altında “yaşam güvencesi” verdiğini aktardığı yazısı.

Yanıldı.

Onu, 19’unda vurdular. Bu ülkede “güvercinler”in vurulduğunu o da öğrendi. Biz de.

O gitti. Biz, onu tanıyanlara muazzam ve kolay kolay silinmeyecek bir “vicdan azabı”nı miras bıraktı. Hepimiz, herkes, onu tanıyanlar, yakından bilenler kendilerini o gün bugündür suçlu hissettiler.

Haberin Devamı

Kendimden biliyorum. Hrant’ı en son Aralık 2006’da, ölümünden bir ay önce görmüştüm. “Kürt sorunu” başlıklı bir panelde beraberdik. Benim arkamdan, o konuşmuştu. O akşam, Orhan Pamuk’un Nobel ödülü kazanmasından ötürü, İstanbul’da bir yerde kutlama yemeği düzenlenmişti. Orada buluşacağımızı sandım. Ayrılırken, “akşam görüşeceğiz” dedim. “Ben gelmiyorum” dedi. “Saçmalama, niye?” dediğimi hatırlıyorum. “Çünkü” diye cevapladı, “Ben, orada görünürsen, Orhan’ı zora sokarım. Bütün basın orada yığılacak. Beni görürlerse, Orhan’ın o malum açıklamasını gündeme getirirler.”

Yine, “saçmalama” dedim, ne gibi bir sıkıntı içinde ruhunun bir mengene içinde sıkıştırıldığını hiç anlamamıştım. 301’den yargılandığı ve hatta mahkum olduğu, o olaylı mahkeme safahatı bile, bana öylesine “normal” gelmişti ki. Burası, Türkiye idi. Hepimizin, herkesin başına böyle şeyler geliyordu. Onun “Hrant” olduğunu, dolayısıyla “özel” olduğunu aklıma getirmemiştim.

 

***           ***      ***

 

Bütün bunları fark etseydim, ne değişirdi?

İşi gücü bırakıp, başının etini yerdim. “Git oğlum” derdim. “Git, uzaklaş. Dışarı çık. Cumhurbaşkanlığı seçimi ve hatta genel seçimlere kadar, ortalıkta dolaşma...”

Haberin Devamı

Ne bileyim, belki etkisi olurdu. Bir çoğumuz bunları ona söylesek, onlarca kişi bastırsak, belki, bir süre onu uzaklaştırırdık. Belki, yaşıyor olurdu.

Belki de olmazdı. Önemli olan, hepimizin, bir çoğumuzun Hrant öldürüldükten sonra, geriye bakıp. Ona ilişkin “gereğini yapmamış” olduğumuzun koyu “vicdan azabı”nın içimizde yer etmesi.

Sanki biz “O.S.” imişiz, sanki Yasin Hayal, Erhan bilmem kim imişiz gibi, bir duyguya kapıldık. Onun öldürülmesini engellemek için gereğini yapmadığımız için.

Bu, “bireysel” bir sıkıntı; tek tek her birimizde. Hiçbir “teselli”nin ve “rasyonel” açıklamanın üstünden gelemeyeceği cinsten. Oysa, pekala farkındayım/farkındayız ki, Hrant’ın öldürülmesi, bir “büyük proje”nin eseriydi. Bizim gücümüzü aşan bir “büyük proje.”

Haberin Devamı

Ama, bu “bilgi”, bizim açımızdan “gereğini yapmamış” olduğumuz ve dolayısıyla “vicdan azabı” duygusunu ortadan kaldırmıyor.

 

***                 ***              ***

 

Hrant, tüm dokuları itibarıyla bir “umuda yolculuk” idi. Ölümünden, öyle kahpece, bir “büyük proje” sonucu öldürülmesinden bile “umut” üretecek bir şeyler bulmaya bakardı. Biliyorum. Çıkıp gelse –olmaz ya- öldürülmesinin Türkiye için nasıl “işlevsel, olumlu” bir yönü olabileceğini bize anlatmaya kalkardı.

2007’ye onun öldürülmesiyle giriş yaptık. Aynı yıl içinde, Türkiye, yakın tarihinin en ağır “anayasal krizi”ni yaşadı; yeni, internet aracılığıyla bir “askeri müdahale” daha yaşadık. Olan-biten sonucunda bir “muhteşem sonuç” ortaya çıktı. Türkiye halkı, “askeri müdahale”ye 22 Temmuz seçimlerinde “yüzde 47” ile cevap verdi. Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı seçildi.

Sonra ne oldu?

Haberin Devamı

Ak Parti, iktidar oldu; Kürt meselesinde “siyasi çözüm” kavramından soğumaya başladı. “Şiddet ortamı”nda, “teröre karşı başka yol olmaz” basmakalıp söylemi üzerinden “asker”le müthiş bir “uyum” sergiler görüntü verdi. Yani, “iktidar”ı sevdi. “Bekara karı boşamanın kolay olduğunu” kavrayarak, “çevre” ile “merkez”in, “seçim yoluyla oluşan siyasi iktidar” ile “geleneksel bürokratik iktidar”ın “Katolik nikahı”nı gerçekleştirmek için “evlilik kağıtlarını askıya çıkarmaya” girişti.

Türkiye’nin “demokratik dönüşümü” anlamına gelen “AB süreci”ni savsaklıyor. Demokratik reformları boşluyor. Hrant öldürüleli beri, Türkiye’ye AB kapılarını kapatmaktan yana olan Fransa’da Sarkozy Cumhurbaşkanı seçildi. Ak Parti’nin, “geçerli bahanesi” de böylece ortaya çıktı. “Günah”ı, AB’nin üzerine yıkarak, demokratik reformlar konusunda kılını kıpırdatmıyor.

Haberin Devamı

Ak Parti, AB’yi savsaklayalı beri, İstanbul’un orasına burasına dikilen bayrak sayısında esaslı bir artış oldu. “Kopenhag kriterleri olmazsa, Ankara kriterlerini hayata geçirir; yola geçirir, yolumuza devam ederiz” lafta kaldı.

Nereden mi biliyoruz?

Hrant’tan sonra, Malatya’da hunharca Hristiyanlar doğrandı. Hristiyan din adamlarına tehditler ve saldırılar arttı. Emniyet ve yargı, bu konuda pek bir hareket içinde değil. Şemdinli sanıkları serbest, neredeyse terfi ettirilerek sokaklarda. Dağlıca’da esir düşen askerlerin komutanları düğün-dernekte, askerler hapiste, ağır ceza baskısı altında yargılanıyor.

Heybeliada Ruhban Okulu meselesinde, Vakıflar Kanunu’nda, bu konulara AB’nin 2007 Türkiye İlerleme Raporu’nda değinilmesine rağmen, hiçbir ilerleme yok.

Başbakan, İspanya’da “Medeniyetler İttifakı” konusunda söylev veriyor. Zapatero, efendi bir adam olmalı, “Kendi ülkenizde gayrımüslim azınlıkların anası ağlıyor; siz, nasıl oluyor da, ‘Medeniyetler İttifakı’ndan söz ediyorsunuz” demiyor.

301?

301 mahkumu Hrant’ın ölümünün birinci yıldönümünde, .yerli yerinde duruyor.

Hrant, çıkıp gelse –öyle bir şey olmaz ya- “Benden sonra ne oldu?” diye sorsa, ne diyebilirdim?

“Rahat uyu; kanın yerde kalmadı” diyebilir miydim?

Hrant’a ne diyebilirdim?

Yazarın Tüm Yazıları