Bebeğine, ’Şu öyküyü bitirip geliyorum!’ diyemiyorsun

Dün başlayan Elif Şafak röportajı bugün de devam ediyor. Şafak’ın son kitabı (Siyah Süt) gerçekten etkileyici. Hatta ibret verici. Şahane bir meseleye el atmış. Kadınlar, anneler, anne olmak isteyenler, aman iyi ki olmadım diyenler, eşi hamile olanlar ya da bir gün çocuk sahibi olmayı hayal eden erkekler... Okuyun derim...

Anne olan ama işinde de çok başarılı olan bir sürü insan var...

- Doğru ama yazı başka bir şey. Özellikle bir romanın içindeyken, roman o kadar öncelikli hale geliyor ki. Bu yüzden bir sürü şeyi öteledim ben hayatımda. En sevdiğim insanları bile ikinci sıraya koydum. Benim için varsa yoksa romandı. Bir de deli yazıyorum, üç sayfa yazıp, beş sayfa dinlenemiyorum. Gece gündüz yazıyorum. Hep öyleydi. Bunu kabullendim ve hatta romantikleştirdim, "Sanatçı dediğin, yarı deli olur" diye. O yüzden de, kızım dünyaya geldiğinde müthiş panikledim. "Şu öyküyü bitirip geliyorum" diyemiyorsun ki...

Hep o acil, hep o öncelikli...

- Aynen. Sonsuza kadar "vermen" gerekiyor. Annelik böyle bir şey. "Vermek" üzerine kurulu. Oysa yazarlık, tam tersine ego üzerine kurulu. Haliyle "N’oluyoruz?" dedim.

İyi bir romancı olmak için bir "eksiklik" ya da "farklılık" şart mıdır? Fazla "normalsen", "yetenekli" olamıyor musun?

- Fazla normalsen, yetenekli olamayacağını zannediyorsun. O zanna kapılıyorsun. Şu da var tabii: Yazmak, hastalıklı bir şey. Belki de bir tür arıza. Ruhunun bir yerlerinde bir arıza, bir sakatlık yoksa... Niye yazasın?

"Mutlu yazar" olamaz mı?

- Hayatla ilişkisi çok pürüzsüz, çok mutlu, mesut insanlardan, yazar-mazar çıkmıyor. Ama tabii her şeyin istisnası olduğu gibi, bunun da var. "Siyah Süt"de kendi içimdeki bu tür hesaplaşmaları da anlatıyorum. Ben kızımdan önce bu meseleleri çok abartıyordum. Edebiyatla ilişkim iyice hastalıklıydı. Bir yerde 6 ay, bilemedin bir yıl yaşıyordum. Göçebelik duygusu, çok ağır basan bir insandım. Gel gelelim, annelik, bununla da çelişiyor. Çünkü yerleşik düzen gerekiyor. Ben "Nasıl olsa giderim" diyen bir insandım, artık kolaysa de...

Prangalarla bağlanmış gibi mi hissediyorsunuz kendinizi?

- Yok hayır ama bir dönem öyle hissettim...

Sizce sizdeki bu yazma tutkusu neyin telafisi?

- Bilemem...

Çok aşıkken yazabiliyor musunuz mesela?

- Hayır, asla.

Çok mutluyken...

- Hayır.

Aşk acısı çekerken filan mı daha kolay yazabiliyorsunuz?

- Evet. Acı çekerken daha iyi yazıyorum.

E dertmiş yani romancı olmak da... Niye insan acı çeksin ki...

- Haklısın, fena bir şey. Bir tarafıyla insanı çok dibe çeken bir şey. Ama edebiyatın şu güzelliği de var: Aynı zamanda seni tedavi eden bir şey. Arızalarınla yüzleştiriyor. Çok deşiyorsun içini...

Kitapta, "Kocam edebiyat olacaktı, Eyüp oldu..." diyorsunuz. Hálá edebiyatı aldattığınız için suçluluk duyuyor musunuz?

- Edebiyat çok talepkar, kıskanç ve mülkiyet perver bir şey olabiliyor. Benim için öyleydi. Bir noktada belki de ben bu tehlikeyi fark ettim. "Edebiyatı böyle tanımlarsam, bu benim pilimi bitirir" dedim. Bugüne kadar her kitabımı, kendim yok eder gibi yazdım. Her kitap, son kitabımmış gibi. Fiziksel olarak da ruhsal olarak da kendimi tükettim. Ben yazarların fanililiklerinden korkan insanlar olduğunu düşünüyorum. Kalıcı olabilmek için çabalamaları bu yüzden, "İlla ki kalıcı olayım ve insanlar beni okusun!" Ölümlü olduğun duygusundan korkuyorsun. Edebiyatta ölüm korkusu ve ölüm itkisi var. Çocuk ise tam tersine, yaşam arzusu veriyor. Aşık olduğun adam da sana hayat aşılıyor. Ben kocama ve kızıma bakıp, "Bunlara kapılırsam yanmışım ben, yazı-mazı yazamam. Benim roman yazabilmem için bunalıma ihtiyacım var" diyordum. Yanılmışım. Böyle olması gerekmiyormuş...

ANNELİK MACERASINDA 301’İN KATKISI

Yaşadığım her şeyin üzerine tuz biber ekti. Çok kırıldım, çok incindim. Beni en çok üzen de yanlış anlaşılmaktı. Romanındaki karakterlerin laflarını cımbızlayıp, sana mal ediyorlar. Neyse ki, yaşandı bitti. O günleri bile kötü hatırlamıyorum...
Yazarın Tüm Yazıları