Yanlış insana duyulan aşk bile hiç áşık olmamaktan iyidir

Eski erkeklerin zarafeti var üzerinde. Efendiliği, terbiyesi, tevazusu.

Ama görüntüsü yeni. Elektronik, modern, aykırı, farklı. Bu görüntüdeki adamın ney üflemesi hep şaşırtmış. Adı da öyle. Onu beyaz sakallı, göbekli, yaşlı bir dede zannetmişler hep. Doğduğunda tek kişiydi, şu anda üçe varmış durumda. Arkın Ilıcalı, DJ’lik yaparken Arkın Allen, ney üflerken Mercan Dede. Son albümü 800 çıktı. 800 yaşındaki Mevláná’ya bir doğum günü armağanı. Meraklısının kaçırmaması gereken bir çalışma. 18 Kasım’da Ankara’da konseri de var...

Sizi tanıyoruz ama tam bilmiyoruz. Arkın Allen mısınız, Mercan Dede misiniz, yoksa Arkın Ilıcalı mı?

- Hepsinin toplamıyım. Aynen küçükken oynadığımız puzzle’lar gibi. Hiçbir parçanın tek başına bir anlamı yok ama tamamladığında ortaya bir resim çıkıyor. Bu isimler bir araya geldiğinde de ortaya ben çıkıyorum. Arkın Allen, binlerce insanı elektronik müzikle dans ettiren bir DJ, Mercan Dede ise daha oturmuş, daha yaşlı bir ben. İkisi de benim parçam.

Bu şizofrenik adamın hikayesi nerede, ne zaman başladı?

- 1966’da, Bursa’da. Arkın Ilıcalı olarak...

Allen, üvey babanızdan filan aldığınız bir soyadı mı?

- Yok hayır, eski karımdan aldığım bir soyadı. Kanadalı bir kadına aşık oldum. Soyadı Allen’dı. Kanada’da böyle bir centilmenlik var, sen eşinin soyadını alıyorsun, eşin de senin soyadını alıyor. O Jennifer Ilıcalı oldu, ben Arkın Allen. O yıllarda DJ’lik kariyerim de başlamıştı, ismim o şekilde kaldı.

Peki neden ney üflediniz, neden diğer çocuklar gibi piyanoya ya da gitara merak sarmadınız?

- Bu kaderimde olan bir şey, ben doğmadan önce öyle planlanmış. Bir sürü şeyi kendi elimizde zannediyoruz oysa öyle değil... Annem ve babam son derece hoş, kendi halinde insanlar. Babam muhasebeci, annem ev hanımı. Ailede ne sanatçı var, ne de müzisyen. Neyle alakalı kimse yok. Dini etkilenme de yok. Oruç tutarlar ama o kadar. Kısacası, bizim sülalede böyle bir merak yok.

E peki o zaman hangi rüzgar sizi buralara attı?

- Küçüklüğüme ilişkin en net hatıralarımdan biridir: 5 yaşındayım, annemle Bursa’da dolmuşta gidiyoruz, radyoda cızırtılı bir ses duyuyorum, büyülenmiş bir şekilde, "Anne bu ne?" diyorum. Ney sesi, içimde tarifi olmayan duygular uyandırıyor. İkinci kare şu: 12 yaşındayım, semazenler gelmiş Bursa’ya. Yine öyle bir heyecan sarıyor bedenimi. Bana meleklerle uzaylılar arasında varlıklar gibi geldiler. Anlatamadığım, ismini koyamadığım bir kıvılcım çaktı kalbimde...

Sonra...

- Sonra, üniversite okumak için İstanbul’a, Basın Yayın’a geldim. Bir gün yine o büyüleyici sesi duydum, meğer önünden geçtiğim yer İstanbul konservatuvarıymış. İşte o zaman kararımı verdim: "Ben bu neyi öğrenmek istiyorum."

İnsan hiçbir müzik eğitimi almadan, 18 yaşından sonra nasıl bir müzik kariyeri inşa edebilir?

- İnsan aşık olursa her şeyi yapabilir! Benim için aşk, aşık olmak, kompüterindeki bütün programları silip yeni baştan programları yüklemek gibi bir şey. Bir de bir şeye açıklık getireyim: Neyi kariyer-mariyer inşa etmek için üflemedim, aşık olduğum bir sazı öğrenmek istedim.

İstediniz de ne yaptınız?

- Bir gün Vezneciler’de bir müzik dükkanının vitrininde bir ney gördüm. Yerden bir gazete parçası bulup camın üzerine koydum, göz kararı ölçülerini aldım. Para pul yok tabii. Gittim bir hırdavatçıdan o boyda plastik su borusu kestirdim ve eve gelip deliklerini açtım. O hayatımdaki ilk neydi. Tam bir buçuk yıl onu üfledim. Bugün hasbelkader bir sürü neyim var ama o ney benim için hálá en değerlisidir. Çünkü hiçbir engelin, aşkın önünde duramayacağının gözle görülür kanıtıdır.

Peki o yetiştiğiniz dönemde size yön veren düşünceler var mıydı?

- "Ormanda önüme iki yol çıktı, ben az kullanılanını seçtim." Hayat mottom işte bu. Ha bunu da orijinallik olsun diye yapmadım. Yapım bu, defolu tişört gibiyim, yaşıtlarım gitar çalardı, rock dinlerdi. Bense su borusundan yaptığım neyi üflemeye çalışırdım. Ve ormandaki o kullanılmamış patika, beni buralara getirdi...

Ben de Basın Yayın’da okudum. Vezneciler filan oralar, son derece kısır yerler. Şimdi değişmiş olabilir ama o yıllarda öyleydi...

- Haklısın belki de benim hayatıma Sufilik, Mevlana ve ney o yaşadığım ortamların kısırlığından girdi. Belki son derece sıradan bir aileden geliyor olmam, Basın Yayın gibi çok da ilham vermeyen bir okulda okumam, paramın pulumun olmaması, beni Mevlana’nın sıcaklığına, neyin o inanılmaz hüzünlü ve güzel sesine götürdü. Oraya talip olduğum anda da, inanılmaz kapılar açılmaya başladı...

Peki nasıl oldu? Kendiliğinden mi oldu her şey?

- Dediler ki, "Kubbealtı Cemiyeti’nde her perşembe ney dersi veriliyor." Üç buçuk ay boyunca sürekli gittim. Hakikaten kapısı herkese açık köhne bir oda. İçeriden o kadar güzel ney sesleri geliyordu ki, utandım, içeri giremedim. Sonra bir gece yağmur vardı, çok ıslanmıştım, girmek zorunda kaldım ve ney dersi veren çok ciddi görünüşlü ama olağanüstü güzellikte bir insanla tanıştım, hocamız Ömer Erdoğdular. "Gelin oturun" dedi, herkes neyini üflüyor, bana "Siz de buyurun" demesin mi? Gazete kağıdına sarılı neyimi çıkardım ve üfledim, kırık dökük üç tane ses, bütün notalar yanlış... Döndü bütün ciddiyetiyle bana dedi ki, "Bu neyi kendiniz mi yaptınız?" "Evet" dedim, "Olağanüstü güzel olmuş, zaten siz de iyi üflüyorsunuz, işin zor kısmı bitmiş. Size gösterebileceğim fazla bir şey yok, ama isterseniz her perşembe buyurun, birlikte üfleyelim." Zarafete bakar mısınız! Bunu o kadar büyük bir ciddiyet ve içtenlikle söyledi ki, o gün gerçekten elimdekinin çok güzel bir ney, kendimin de iyi ney üfleyen biri olduğuma inandım. Ondan sonra her perşembe oraya gittim. Tam 1.5 yıl sonra, hocam bana çok güzel bir ney hediye etti. İşte o ve plastik su borusundan yaptığım neyimle Kanada’ya gittim. Cebimde sıfır lirayla...

Hoppala! Ne münasebetle gittiniz?

- Basın fotoğrafçısı olarak.

O nereden çıktı?

- Çektiğim fotoğrafları görmüşler bir yerlerde. "Gel Kanada’da sergi aç" dediler, küçücük bir kasabaya davet ettiler. Param yok, ama gitmek istiyorum. Fotoğraf makinemi sattım gittim. Param sadece gidiş biletine yetti. Aynı zamanda Türkiye’de ebru sanatıyla uğraşıyordum. Kanada’daki üniversitede ebru sanatı ve ney üzerine bildiğim şeyleri anlattım. Dört ay sonra Türkiye’ye döndüğümde bir davetiye geldi. Dediler ki "Çok çok etkilendik, size burs verelim, gelin burada Güzel Sanatlar okuyun..." Ve tekrar Kanada’ya gidip güzel sanatlar eğitimi aldım, baskı, resim, fotoğraf. Nereden nereye! Sonra evlendim, Arkın Allen olarak DJ’lik yapmaya başladım. Ama ney, hep ilk aşkımdı, hep hayatımdaydı...

Müzikten mi felsefeye kaydınız, yoksa felsefeden mi müziğe...

- Ney üflerken hissettiğim şeyin adını koyarsam ona felsefe derim, koymazsam aşk. O ikisi hep bir arada. Neyi, hiçbir zaman bir müzik aleti gibi görmedim. Onu bir müzik aleti olarak çalmadım. Kendime de hiçbir zaman neyzen demedim, çünkü değilim. Ben iyi ney üfleyen biri de değilim. Biri bana dese ki, klasik anlamda bir ney sesi duymak istiyoruz, "Gidip Niyazi Hoca’yı (Sayın) dinleyin" derim. Onun üflediği bir tek nota, bizim 20 yılda üflediğimiz taksimleri bir kenara atar, tek notası bile daha ağır basar. Ben buralarda değilim, beni neyde ilgilendiren başka şeyler var: O benim için gerçekten bir sırdaş gibi, ney benimle konuşuyor...

Peki tasavvuf, hayatınıza ne zaman girdi?

- Gitar çalmak isteyen bir çocuk ne yapar? Gitar notaları bulur ya da Jimmy Hendrix’i okur. Ben de ney seviyorum ama neyle ilgili kitap yok. O zaman gidip Mesnevi okuyorum. Çünkü Mevlana, neyin hikayesini anlatıyor.

Beş parasız Kanada’da kalmak zor olmadı mı?

- Hem ne nasıl. Küçücük bir köydeyim. Tek kelime İngilizce bilmiyorum. Dışarısı eksi 42 derece. Tanıdığım bir tek insan yok. Sonra Allah’tan aynı bölümde okuyan bir kadınla tanışıyorum, yavaş yavaş İngilizce öğreniyorum. Zaten bir kediyi 15 sene Kanada’ya koysan, İngilizce miyavlar.

Arkın Ilıcalı doğdu, Arkın Allen oldu, peki Mercan Dede ne zaman var oldu?

- Onun yaratılması da tamamen kader. San Francisco’da Golden Horn ismindeki bir plak şirketinden bana telefon geldi, "Söyledikleriniz, müzikle ilgili düşündükleriniz çok ilginç. Size bir albüm yapmak istiyoruz ne dersiniz?" dediler. "Müthiş de, kendi adımı koymam, utanırım" dedim.

Niye öyle söylediniz?

- Çekindim. Hocalarımın, 3.5 yıldır ney üflüyor, gitmiş bir de albüm yapmış demelerinden korktum. Plak şirketi de dedi ki, "İyi ama isimsiz albüm olmaz." O arada da İhsan Oktay Anar’ın, ki bence son 20 yılın en önemli yazarlarından biri, "Puslu Kıtalar Atlası"nı okuyordum. Orada adı bir kere geçen bir yan karakter var: "Havai Mercan Dede." Çok hoşuma gitti o. Dedim ki, "Bu ismi kullanayım." Gerçekten albümü çıkardık. Yurtdışında iyi eleştiriler aldı, onun üzerine Akbank Müzik Festivali’ne davet edildim. Kimse de Mercan Dede kimdir bilmiyor. Kanada’da yaşayan, 60’larına gelmiş, hafif şişman, beyaz sakallı bir dede bekliyor. Gele gele ben geldim. Tipi bile aykırı bir adam, tuhaf saçlı, küpeli filan ve ney üflüyor...

O zaman bir şekilde önyargıları kırdınız...

- Öyle olduğunu düşünüyorum. O zamana kadar benim jenerasyonum için ney deyince akla gelen iki şey var: Biri Türk filmlerinde Filiz Akın’ın annesi ölur. Teşvikiye Camii’nde cenaze sırasında saba makamından ney duyulur. Bir de iftardan önce İnanç Dünyası programında, hepsi bu. Bizden büyük jenerasyon için de, ağırbaşlı insanların sazı ney. Oysa ney, muazzam bir bahçe ve o bahçede çok farklı buketler var. Sadece ölüm ve hüzün değil. Neşe de var, aşk da var, muhabbet de var. O yüzden belki de o farklı duruşum, saçlarım, küpem önyargıların kırılması açısından önemliydi. Şimdi inanılmaz bir genç kuşak var ney üfleyen ve beni heyecanlandıran. Arkın Allen’a gelince, o elektronik müzik yapıyor ama elektronik müzik içinde bile, birden bir ney taksimi başlıyor. Aslında o da neye hizmet ediyor. Neyin, Mevlana’nın, Sufiliğin eskiye ait, nostaljik, geçmiş kavramlar olduğuna inanmıyorum. Onların hepsi bugün de yaşıyor. Ben de o kavramların yaşaması için aracı olanlardan biriysem ne mutlu bana...

Modern neyzen. Modern zamanların ney üfleyicisi... Bunlar hoşunuza gidiyor mu?

- Hepsine eyvallah diyorum. Ama "Dünyanın en uyduruk neyzeni" diye başlık atsan da itiraz etmem. Anlattıklarımı nasıl algılıyorsan ben öyleyim. Ama hoşlanmadığım tek şey bana derviş denmesi. Kendime o sıfatı layık göremem, çünkü hem neyde hem tasavvufta kendimi ilkokul birinci sınıf öğrencisi gibi görüyorum. Emekleme aşamasındayım. Zaten sıfatların hepsi geçici, yok olup gidecekler. Mesele şu: İltifat duyduğunda nefsini azdırmamak, küfür duyduğunda da gönül kırgınlığı yaşamamak. Önemli olan bu ikisi arasında kalabilmek...

Albümlerim iyi olabilir, kötü olabilir, beğenilir, beğenilmez ama söyleyebileceğim tek şey: Hepsi çok samimi.

Derviş kelimesinin Farsça anlamı, "basamak taşı" demek. Bir kapıdan girerken basamaklar vardır ya, birilerinin senin üzerine basıp güzel bir kapıdan içeri girmelerine vesile oluyorsan... Bu müthiş bir şey...

Secret kitabında Mevláná’dan 36 tane not var. Matrix filmi benim için tasavvufu anlatan modern bir hikaye.

Bir kadına ya da bir erkeğe duyduğun aşkla Tanrı’ya duyduğun aşkı ayırmak mümkün değil

Tasavvufa yönelmenizin en önemli sebebi ne?

- Aşk! Aşk buldum tasavvufta. "Benim annem aşk, babam aşk, benim peygamberim aşk, benim dinim aşk. Ben aşk ülkesinde yaşıyorum. Benim her şeyim aşk." Hayat, bundan daha güzel anlatılabilir mi? Bundan daha içten, bundan daha cömertçe...

Bizim yaşadıklarımız "uyduruk aşk" da; "gerçek aşk" Tanrı’ya duyulan aşk mı?

- Bütün aşkların özü, Tanrı’ya duyulan aşk. Ama aşk, aşktır. Mevláná diyor ki: "Gönlünde aşk olsun da, neye karşı olursa olsun." Yanlış insana duyulan aşk bile, hiç aşık olmamaktan iyidir. Bir kadına ya da bir erkeğe duyduğun aşkla, Tanrı’ya duyduğun aşkı ayırmak mümkün değil. Çok sevdiğin bir insanın gözüne baktığında, onun gözünde gördüğün o ışık, Tanrı’nın yansımasıdır. Kızına duyduğun aşk da, Tanrı aşkının, 2.5 yaşındaki bir kız çocuğu manzarasında şekillenmiş hali. Kuş, ayakkabı, insan, ney... Hiç önemli değil, yeter ki duyduğun aşkın içinde

samimiyet olsun...

Yazarın Tüm Yazıları