İflah olmaz bir yazseverden kaçınılmaz yaza veda yazısı

‘Hayatta insanın hiçbir şeyi başarmaya çalışmadığı, bir şeyin peşinden koşmadığı, bir şeyden kaçmadığı, sadece yaşıyor olmanın insana yettiği ve hayatın ne kadar kırılgan olduğunu kavradığı boş anlar vardır.

Dünyanın başka yerlerinde cinayetler, araba kazaları, idamlar, her çeşit korkunç eylem, görünmez kaza ve felaketler olmaktadır ama sen bir terasta oturmuş bir sineği kovalıyorsundur.’

Benim de durumum aynen bu...

Terasta oturmuş ne kadar kovalarsam kovalayayım dönüp aynı yere konan yapışkan sinekle boğuşuyorum. Karşımda göndere çekilmiş bayrağı ile yaşlı kale, her çarşamba açığa demirleyen dört direkli koca gemi, elimde pazar yerindeki aktarın bütün hastalıklara iyi geldiğini söylediği karışımdan yapılmış çay bardağı ve Jamal Mahjoub’un Cinlerle Yolculuk adlı romanı var.

Bir haftadır evdeyim.

Ne kadar görmezden gelirsem geleyim, geldiği belli sonbahar, benim gibi yaz meczubundan öcünü ağır bir griple almışa benziyor. İlk aksırığı ciddiye almadım. Yaz nezlesidir, geçer dedim. Tıpkı geçen gün bardaktan boşanırcasına yağan yağmura bakıp, ‘Yaz yağmurudur, geçer’ demem gibi. Oysa kırılgan eylül sonu güneşinin ikiye böldüğü rengiyle yarı gri yarı mavi denize bakmam bile yeterli: Buralara da hazan geldi.

Hazanla hüzünle işim olmaz diyen insanlara ne kadar imrendiğimi bilemezsiniz.

Düşen ilk yağmur damlasıyla canlanan, göçen kuşlara baktıkça coşan, yaprağın pekmezini, bulutun grisini, toprağın kokusunu seven insanlara. Onlar için yaz işkencedir. Yapışkan sıcaklarla terk etmek zorunda kaldıkları sokaklara dönmek için sabırsızlanır, kentin üzerine sinen uyuşukluktan nefret eder, yeniden yaratmaya yeniden yaşamaya başlamak için günlerin kısalmasını beklerler.

Bir de benim gibiler var. Havaya yağmur kokusu düşer düşmez içleri üşüyen, sırtları ürperenler... Kış kaçakları...

Yazı bu kadar çekiştirip uzatmamın da nedeni bu olsa gerek. Sanki yerimden kıpırdamaz, büyük şehrin hayhuyuna dalmazsam, meczubu olduğum mevsim geçmeyecek, bitmeyecek duygusu.

Oysa biliyorum, dönme zamanı geldi.

Ufak ufak toplanmaya da başlamıştım.

Ufak ufak, ‘Gidecek yer yok, yazacak insan kalmadı, birbirinin tıpkıbasım günler kabak tadı vermeye başladı, üstelik yeni vizyon filmler gösterime girmiş, palamut çingenelikten çıkmış, Deniz Palas’taki işler bienalin yüz akıymış, şemsiye kaybetmenin, çamur sıçratan arabalara sövmenin, yağmurda ıslanıp saçak altına sığınmanın, sigara dumanı sinmiş mekanlarda buharı tüten kahve içip yarenlik etmenin de tadı vardır’ diye kendimi hazırlıyordum ki... gribe yakalandım.

Ve galiba ilk kez hastalandığıma hayıflanmadım.

Sizi bilmem ama benim için hastalık demek, havale geçirmiyorsam eğer, yatağa kıvrılıp gözlerim sulanana kadar okumak demektir. Bu kez de öyle yaptım. Yaz boyu fırsat bulup da okuyamadığım bütün kitapları hatmettim, hepsi bitince de gelen gidenden okudukları kitapları getirmelerini istedim.

Dökümü yaz aylarının çok okunanlar listesi gibiydi. Hafta boyunca okuduğum kitapların listesini ayrı bir bölüm olarak yazdım.

SONBAHARCILAR İÇİN MİNİ BODRUM REHBERİ

Peki benden beklenen bu mu?

Elbette değil.

Beklenen; tadıp, tanıtmam.

Tamam yaz bitti, Bodrum sinek avlıyor ama ekim sonunda uzun bir bayram tatili var. Aklımı başıma devşirip şimdiye dek yazmadığım mekanlardan söz etmeli; tatili fırsat bilip yolunu buraya düşürecekler için kimseyi ilgilendirmeyen öznel bir okuma haritasından çok, pratik önerileri kapsayan bilgiler vermeliyim.

Ekim sonundan kasım ortasına dek buralarda sarı yaz hüküm sürer.

Akşamlar serindir ama gündüz saatleri yazı aratmaz.

Açık havada kahvaltı eder; ikinci kez açan begonvillerin, mor yaseminlerin altında güneşe meftun kertenkeleler gibi kıpırtısız durursunuz.

Öğle, deniz vaktidir. Kıpırtısız, sıcak bir deniz.

Akşamüstüne doğru güneş kırılır, serinlik çıkar. Şal saati.

Gün çekilirken ufku başka hiçbir mevsimde göremeyeceğiniz bir renk kaplar: Şarap rengi.

Ve gece... Ne istiyorsanız ona gebe.

İşte bu son dem, bu son arta kalan için birkaç adres:

Maça Kızı kış boyu açık. Ve Ayla orada olacakmış.

The Marmara Bodrum zaten her zaman güz aylarının gözdesi değil miydi?

Benim yeni göz ağrım ise yaz sonu usul açılışını yapan Kempinski.

Bir de nazire tadındaki Four Reasons.

Bu saydıklarım pahalı, bol yıldızlı olanlar.

Küçüklere gelince...

Onlar da pıtrak gibi. Merkezde yığınla, köylerde de bir o kadar.

Seçin beğenin alın.

Yeter ki sarı yazı burada yaşayın!

BODRUM’DA BU YAZ EN ÇOK OKUNANLAR LİSTESİ


Dört adet Şu Çılgın Türkler’le Turgut Özakman başı çekiyor.

Ardından son kitabı En Uzun Gece ile Ahmet Altan geliyor.

Don Brown’un İhanet Noktası, Glenn Maede’nin adını unuttuğum bir iki kitabı, son yılların gözdesi Maeve Binchy’den bir tane ve bu saçmalığı okuduğu için arkadaşlığımı kesmeyi bile düşündüğüm birinden gelen, Ferrari’sini Satan Bilge.

Bir iki tane de sıkı edebiyat okurundan gelen bir iki sıkı kitap. Yazının başında alıntı yaptığım Cinlerle Yolculuk da onlardan biri. Roza Hakmen’in nefis çevirisiyle YKY’den çıkmış. Sudanlı bir baba ile İngiliz bir anneden doğma Jamal Mahjoub’un sekiz yaşındaki oğlu ile Danimarka’dan başlayıp İspanya’ya yaptığı yolculuğu ve bu yolculukta ona eşlik eden geçmişin cinlerini anlattığı roman; toprağından sürülmüşlerin, köksüzlerin, aidiyet duygusunu yitirenlerin romanı. Birebir yaşam öyküsü mü bilemem ama yazarın hayatından izler taşıdığı belli. Ve çok iyi.

Murathan’ın 50 Parça’sı da öyle...

Sonra iki Kanadalı; Attwood ve Huston. İkinci okuma olarak Kör Suikastçı ve Dolce Agonia... İkisine de şapka çıkarmalı.

Bir de Marquez’in anıları: Anlatmak İçin Yaşamak. Yaşlı büyücü gene yapacağını yapmış, anılarını insanı serseme çeviren şiddeli bir dille yazmış.

Biraz daha devam edersem korkarım bu haftanın yazısı okuma günlüğüne dönüşecek. Ama yapabileceğim fazla bir şey yok. Hiçbir yere gitmeden, hiç kimseyi görmeden sade suya tirit çorba içip, kuşburnundan medet umduğum günlerin tortusu bu.
Yazarın Tüm Yazıları