Adını her koşulda tarihe kazıması mı gerekiyor yoksa sıradan biri gibi huzurlu yaşaması mı?

Kocadon’da Ömer’in gelmesini bekliyorum. Kocadon, Bodrum’un hiç kuşkusuz en seçkin lokantalarından biri.

Marina’ya giden kalabalık cadde üzerinde, şehrin uğultusunun hemen hiç dinmediği bir semtte yer almasına karşın kayrak döşeli içerlek avlu her zaman sessiz, sakindir.

İri yapraklı bitkilerin çevrelediği avluda ölgün mum ışıklarının aydınlattığı beyaz örtülü masalar durur. Hava ne kadar sıcak olursa olsun, güneş ışığını engelleyen dev ağaç dallarından mı, yoksa gün boyu sürekli yıkanan taşlardan mı bilinmez, içeri adım attığınız anda yüzünüze tatlı bir serinlik vurur. Yemekleri güzel, servisi özenlidir. Mönünün demirbaşları değişmez: Enginarlı salata, kalamar ızgara, biberli biftek, tavada karides gibi klasikler en titiz müşterinin bile itiraz edemeyeceği kıvamdadır.

Müşterileri de biraz kendine benzer. Marina’ya yatlarını bağlamış zengin turistler, Bodrum merkezde evleri olan ve yemek yemek denince, yemek yemeyi anlayan güngörmüşler, yurtdışından gelen konuklarını ağırlayanlar, içkilerini yudumlarken sohbet etmeyi sevenler, yıldönümlerini kutlayan çiftler...

ÖMER’İN KOCADON’U BİLMEMESİ NORMAL TABİİ

Düzgün, sakin, tutarlı... Ve bütün düzgün, sakin, tutarlı yerler gibi yeknesak.

Kocadon’un müdavimlerini tahmin edilebileceği gibi gençler oluşturmaz. Onlar, hele hele Bodrum’u mesken tutanları, genellikle konuşmaktansa eğelenmeyi, yemektense içmeyi yeğler; Kocadon’a gitmezler.

Nitekim telefonda Ömer’e üç kez nerede buluşacağımızı söylemem ve sağını solunu şaşıran sakar cümleler kurarak adresi tarif etmem gerekti.

‘Neresi, neresi?’ diye sorup durdu. Belli ki buraya hiç gelmemiş, gelmişse de bir kez daha dönmeye niyeti olmadığından adını bellememiş... Açıklamalarımı izleyen muğlak ‘Hıı, hıı’larından çıkardığım bu.

Bense yaz başından beri, ama şu ama bu nedenle Kocadon’u mesken tutmuş gibiyim... Eti ile Yenal geldi, doğru Kocadon’a. Yaş günü kutlanacak, Kocadon’a. Andrea burada, nereye gidelim? Elbette Kocadon’a.

Zaten Ömer’i aramamın ve bana doğru dürüst bir Bodrum gecesi yaşatmasını istememin nedeni de bu: Kendimi orta yaş rehavetine kapılmış hissetmem.

Biliyorum, Ömer’le çıkmak biraz da kromozom yenilemek olacak.

Teklifimi ikiletmedi.

Onu tanıdığımda on üç yaşındaydı. Şimdi içini çekerek otuz üçünde olduğunu söylediğine göre, demek yirmi yıl olmuş.

Dile kolay, yirmi yıl.

Bu yirmi yıl içinde, onun al yanaklı çocuktan çatlak sesli yeni yetmeye, yakışıklı fırlamadan oturaklı genç adama dönüşmesini izledim.

Görüşemediğimiz zamanlarda bile nerededir, ne yapar, ne ile uğraşır; bildim.

İlk gün, koltuğunun altına sıkıştırdığı Nokta dergisi ile o zaman oturduğum evin merdivenlerinden indiğinde uzun soluklu bir yolculuğa çıktığımızı ben de bilmiyordum.

Fırtınalı günlerdi. Kimin nereye savrulacağı belli değildi.

Fırtına dindiğinde ise gidenler gitmiş, Ömer kalmıştı.

YILDIZLARA BAKIP AŞKI DÜŞÜNEN ÇOCUK

Önceleri suskundu. Çok anlatmaz, dört kulak dinler, durmasına öğrenmeye hevesli durur ama bildiğini okurdu.

Olması gerektiği gibi...

Beni sınayıp, sanırım sadece kendinin bildiği güvenlik taramasından geçirdikten sonra ansızın anlatmaya başladı. Ama ne anlatı! Acılar, savrulmalar, ihanete uğramalar... Bütün yaşıtları gibi önemsediği insanlar nezdinde ciddiye alınmak için sarsıntılarını deprem diye sunduğu dönemler... Caddedeki olaylar, kuzeniyle atışması, bilmem ne hocasının duyarsızlığı, annesinin anlayışsızlığı, babasının vurdumduymazlığı ve sonu gelmez hayaller, hayaller, hayaller...

Lise bitip de Güzel Sanatlar Fotoğraf Bölümü’nü kazandığı gün paldır küldür merdivenlerden inişi dün gibi aklımda. Fındıklı’da okumak, birbirine ‘usta’ diye seslenmenin önemi, Ara Güler’den ilham bir Leica sahibi olmanın elzemliği, kurgulanmış fotoğraflar mı yoksa hayatın nabzını tutmak mı gerektiği üzerine uzun bir söylev çekmiş ve mutlu haberi diğerlerine ulaştırmak için geldiği gibi gitmişti: Alı al moru mor.

Aklımdan çıkmayan bir diğer anı da Toscana’dan.

O yaz üç aile, Floransa yakınlarındaki Malmantile’de yığınla yatak odası, geniş verandası, zeytin ağaçlarının gölgesine kurulmuş şişme havuzu bulunan bir ev kiralamaya karar vermiştik. Fotoğrafına bakıp seçtiğimiz, kirasını bölüşeceğimiz için pahalı olmadığına kanaat getirip ödediğimiz her kuruşun bedelini sonuna kadar çıkartmaya niyetlendiğimiz evde Ömer, odasını kendinden hayli küçük iki gençle paylaşıyordu: Biri Heavy Metal tutkunu toraman, diğeri piyanonun başından kalkmayan, ileride virtüöz olacağına kesin gözüyle bakılan Clement.

Sıkıldığı her halinden belliydi. Araya sıkışmıştı. Sabahları çocuklarla yüzüyor yetişkinlerin otların adını tek tek sayarak yaptığı uzun yürüyüşlere katılmıyor, öğle yemeklerinde ise masanın meyve suyu içilen yerinden uzak durup şarap içilen kısmına yanaşıyordu. Akşamüzeri, bölge keşif gezilerine çıktığımızda herkesin önüne geçiyor; bitmek bilmeyen merakı ile gördüğü her kulenin, geçtiği her meydanın, Uffizi’de ki her ressamın adını soruyordu. Akşam el ayak çekilip de herkes uykuya daldığında ise uyumuyor, bahçenin ıssız bir köşesinde saatlerce yıldızlara bakıyordu.

Bir gün, ona gece boyu ne düşündüğünü sordum. Aşkı dedi. Aşk mevsiminden geçen bir yaştaysanız, yıldızlara baktığınızda başka şey düşünmezsiniz... Şaşırmadım. Ama ondan sonraki sorusunun yanıtını bu gün bile verebilmiş değilim.

Rönesans ustalarının artık ezbere bildiği hayatlarından edindiğini sandığım kaygıyla ‘Figen Abla,’ demişti. ‘İnsanın adını her koşulda tarihe kazıması mı gerekiyor, yoksa sıradan biri gibi huzurlu yaşaması mı?’

Sonraki yıllarda cevabı kendi verdi: Mutlu ve kendiyle barışık yaşamayı seçti.

MERAK, TUTKU VE HEVES ADAMI GENÇLEŞTİRMİYOR

O gece gözüm kapıda Ömer’i bekledim. Sözleştiğimiz gibi gece yarısına ramak kala geldi.

İnsan birini görünce gözü kamaşır mı? Kamaşır. İçi kabarır mı? Kabarır.

Kamaşmış gözüm, kabarmış içimle beni nereye götüreceğini sordum. Malum kromozom yenileyecek, gençliğin gittiği yerlere gidecek, iz süreceğim.

Uzun uzun düşündü. Hadi şuraya gidiyoruz demesini beklerken, ‘Biliyorsun, ben pek çıkmıyorum’ dedi. ‘Bütün günü Sarnıç’ta sörf yaparak, yüzerek, okuyarak geçiriyorum, akşamları eve ya da birkaç arkadaşla bir şeyler yemeğe gidiyorum’ diye açıklamaya girişti.

‘Olmaz,’ dedim. ‘Unutma bu geceki görevin beni kaybettiklerimle buluşturmak: Merakla, tutkuyla, hevesle, anlamsız sorular ve bir o kadar da anlamsız cevaplarla, bitmek bilmez endişeler ve deliksiz uykularla, soru işaretli, ünlemli cümlelerle kısaca gençlikle buluşturmak.’

Gençlik kolay da, gençliğin zor der gibi baktı. Aldırmadım.

Arabaya binip, Mavi’ye Kangroove’u dinlemeye gittik. Yirmi beş yıl önce aynı mekanda Grup Gündoğarken’i izlemeye gider, İlhan Şeşen olması kuvvetle muhtemel soliste tezahürat yapardık.

Sahnede sıkı bir rock grubu. Gencecik, sarışın, yakası yamuk tişörtü, diz altında biten asker yeşili pantolonuyla sevimli bir adam şarkı söylüyor. Bilmediklerim, belli kendi besteleri, eşlik ettiklerim cover’lar. Bizim yıllar...

Üç votkadan, çevredeki masalarda sakin sakin rock dinleyen gençlere kulak kabarttıktan, niye yerlerinden fırlamadıklarına, niye avaz avaz bağırmadıklarına bir türlü anlam veremedikten sonra yoruldum. Ömer’e dönüp, kalkalım dedim.

Merakmış, tutkuymuş, hevesmiş... İnsan nereye giderse gitsin olmuyor... Çevre değişiyor, müzik değişiyor, içtiğin, yediğin, gördüğün değişiyor ama küfedekiler değişmiyor.

Ömer’in varlığı bile kromozom yenilemiyor.
Yazarın Tüm Yazıları