Ankaralı gençlere yaşam kültürü anlattım soru-cevap kısmı saldırı-cevap olarak geçti

Telefondaki ses ‘Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Tuğrul İnal arıyor’ dediğinde, doğru mu duydum acaba diye bir an duraksadım. Nasıl duraksamam, arayan yirmi beş yıldır görmediğim hocam.

Böyle beklenmedik telefonlar içimi ürpertir; kötü haber alacakmışım gibi gelir.

Tuğrul Hoca lafı uzatmayı sevmez, hemen konuya girdi. Acaba davet etseler bir konuşma yapmak için Ankara’ya gider miymişim? Hangi gün uygunmuş? Ayrıca bu, mezunu olduğum üniversiteye boyun borcummuş.

İkiletmeden kabul ettim.

Öyle kürsü bülbülü olduğum için değil. Haşa! Ona hayır denemeyeceği için.

Oysa hepi topu iki fobim var: Karanlıkta kalmak ve kalabalık karşısında konuşmak.

İlki ile yüklü elektrik faturaları ödeyerek başa çıkıyorum. İkincisinden de düpedüz kaçıyorum. Yani, -dum.

Dualarım tutmadı. ‘Ne olur bir şey olsun da, şu davet iptal olsun’ yakarılarımı kimse duymadı. Meşum gün geldi, çattı.

Bir gece önce uyumak ne kelime, gözümü kırpmadım.

Aklımca hazırlandım. Benden beklenen, Yaşama Kültürü üzerine bir şeyler gevelemem.

Oysa Yaşama Kültürü denilen, benim diyenlerin bile kolay kolay altından kalkamadıkları bir alan. Kolay mı? İçinde hem kültür var hem yaşam.

KIRK BEŞ DAKİKA NERDE ON DÖRT DAKİKA NERDE

Dilbazlığıma güvenmemiş, kolları sıvamışım. Kitaplara göz attığım yetmezmiş gibi, nazımı çeken arkadaşlara da danışmışım.

Nilgün bana güvenir: Paso, ‘Sen altından kalkarsın’ demiş. Ama yılların getirdiği deneyimle, ‘Keşke konuyu sınırlandırsaydın’ diye de eklemiş.

Tuba sağlamcıdır: ‘Üniversiteliler hayır derneklerindeki dinleyicilere benzemezler’ diyerek kulağımı bükmüş, yaklaşan faciayı görmüş.

Aydın derdimi anlar anlamaz, konuşmanın çerçevesini çizmiş: ‘Aydınlanma, bireyin kendini ‘olmak’ üzerine kurduğu bir çağdı, günümüz insanın çektiği tek fiil ’sahip olmak’. Buradan başla, içini doldur, akademik olmaya çalışma!’

Yok ya! Popüler kültür, tüketim toplumu, sınıf meselesi... Gel de onun anlattığı gibi anlat. Benim dilim onun dili değil ki.

Çareyi yazmakta buldum. Metin fena değil. İçinde çocukların hoşuna gideceğini sandığım nükteler de var. Sonra yazdıklarımı konuşur gibi tane tane okudum. Gözüm de saatte. Yedi dakika. Kısa dedim uzattım. Yazının sağına soluna örnekler kattım. Yeniden okudum. On dört dakika. Olmayacak, hecelesem bile bu süre kırk beş dakikaya çıkmayacak. Bunun için bir risale yazmak gerek. Boynumuzun borcu, onu da yazarız ama o kadar sayfayı okumak bile insana cinnet geçirtir, nerede kaldı dinlemek?

Kararım karar: İrticalen konuşacağım.

Öyle de yaptım. Yapmaz olsaydım.

Ezan vakti uçağa bindim. Aklım yazdıklarımda. Portakal suyu içiyorum. Aklım yazdıklarımda. Türbülansa girdik. Aklım yazdıklarımda. İndik. Aklım yazdıklarımda.

Yani on dört dakika.

Peki gerisi? Gerisi, muamma.

BİZİM BATAKLIK ŞİMDİ ORMAN OLMUŞ

Ankara’yı görmeyeli on, okula dönmeyeli yirmi küsur yıl olmuş. Gidip gelenlerin anlattıklarından kentin yayıldığını, genişlediğini biliyorum. Bir de yeşerdiğini. Herkes ağız birliği etmiş, Ankara’nın artık bildiğim ‘çorak diyar’ olmadığını söylemiş. Hazırlıklıyım. Ama gene de şaşırdım. Ankara’yı değil, Beytepe Kampusu’nu görünce.

Beytepe, kurulduğu yıllarda bozkırın ortasında yükselen, çirkin mi çirkin bir kampustu.

Eğitimimize orada devam edeceğimiz söylendiğinde yas tuttuğumuzu hatırlarım. Onu ilk gördüğümüz günü de. Kekeme binalar, uzun gri koridorlar, soğuk sınıflar. Çamur ve kan.

Tek dileğimiz bu cefanın kısa sürmesiydi.

Ben şanslıydım. Bir yolunu bulup kapağı dışarı attım. Yılda bir kez, sınavlar için geliyor, işim biter bitmez de dönüyordum. Son sınav orada geçirdiğim son gün oldu. Diploma almaya bile gitmedim. Vekalet verdim.

Yirmi beş yıl sonra ilk kez aynı yollardan geçerken içimde sıkıntı topu. Tamam konuşma yapacağım diye elim ayağıma dolanıyor ama sıkıntımın nedeni sadece bu değil. Düpedüz korkuyorum. Bizim ülkede, hele hele Ankara gibi, üstüne örtük bir şehirde cefa kolay kolay sefaya dönüşmez. Tersi geçerlidir ama bu kural değişmez.

Ana girişe kadar korkum geçmedi.

Sonra yavaş yavaş ne kadar çok şeyin değişmiş olduğunu kavradım. Bataklık bellediğimiz vadi küçük bir orman olmuş. İleride tepelerin üzerinde sıra sıra villalar. Beride toplu konuta benzer apartmanlar. Hepsinin sonu şehir ile biten adları var.

Edebiyat Fakültesi’ne geldik.

Afalladım. Beyaz, tertemiz bir bina.

Her bölüm ayrı bir renge boyanmış. Kapılar, kırmızı, saks, sarı. Duvarlarda resimler, afişler. Köşe başlarında heykeller, müzik yayını.

Tuğrul Hoca ile bütün bölümleri dolaştık. Kantine gittik. Bilgisayar odasını, amfileri gezdik, inşaat halindeki konferans salonuna bile girdik. Kaçtığım o kasvetten eser yok.

Bu değişim belli ki onun dekanlığı döneminde olmuş. Söylemiyor ama köşeyi bucağı, yaptıklarını yapacaklarını anlatırken sesine sinen gururdan bunun böyle olduğu seziliyor.

Bölümdekilerle öğle yemeği yedik. Çin usulü tavuk, yanında Kalecik Karası.

SORU-CEVAP YERİNE SALDIRI-CEVAP YAPTIK

Kalecik Karası’nın gazabı mı yoksa konuşmanın heyecanından mı bilmem, dilim kurumaya başladı.

Konferans salonuna girip de salonun dolu olduğunu görünce dilimin kuruluğuna ellerimin teri, bacaklarımın titremesi de eklendi.

Kürsüye geçtim. Önümde tekleyen mikrofon. Hani ezberlediğim o on dört dakikalık konuşma var ya, hepsi uçtu gitti. Kabaca, ‘Her insan bir kültürün içine doğar ve o kültür tarafından biçimlenir, buna da yaşam kültürü denir’ diyecek; tarihten, coğrafyadan, sınıflardan söz edeceğim. Laf lafı açacak, ipin ucu kaçmadan kırk beş dakika dolacak.

En azından umduğum bu.

Saflık işte. Benim hesabım ne zaman çarşıya uydu?

Gak dedim guk dedim bir lafın başını, diğerinin sonunu söyledim. Tıpkı Haşmet Babaoğlu’nun televizyondaki hali gibiydim. Hani fikir vardır da takibi olmaz, öyle bir hal.

Soru-yanıt kısmı saldırı-yanıt olarak geçti.

Öğrenci dediğin celalidir. İyi ki de öyledir.

Bana İstanbul’dan gelen Laila gülü muamelesi yapıyorlar. Hayatın acımasızlığından, ayda otuz milyona geçinmenin ne demek olduğundan, insanın önünü göremediği yerde yaşam kültürünü zenginleştirmenin olanaksızlığından dem vuruyorlar.

Haklılar, çünkü umutsuzlar. Kendi sorunlarının yanında yaşama kültürü ile ilgilenmeyi abesle iştigal olarak görüyorlar.

Haksızlar, çünkü kendi farklılıklarını yaratacakları alanın tam da bu olduğunu henüz bilmiyorlar.

Ön sıra hocalara ayrılmış.

İçlerinde öğrencilerin celali karşısında mahcup olanlar olduğu gibi ‘Yaşama Kültürü yasalarla denetlenemez mi’ diye soranlar da var.

Elbette denetlenebilir. Ama ona bildiğim kadarıyla faşizm denir.

Sonunda bitti.

Deli ormanlardan gelen mavi gözlü güzel, bana koca bir buket verdi.

Bir elimde Fransızca Bölümü’nün yayımladığı yayınlar, diğerinde o koca buket; uçağa yetiştim.

Dönüş, hayatta tanıdığım iflah olmaz tek romantik Abidin Emre’nin Baudelaire ve Nerval’in birer şiirini karşılaştırdığı yazısını okumakla geçti.

Alçalıyoruz anonsu.

İndik. Ağır ağır doğruldum. Çiçekler boyunlarını bükmüş bile. Bir an bırakmayı düşündüm.

Ne yalan, o koca buketi, çelenk olarak gördüm.
Yazarın Tüm Yazıları