Göbek bağı

DÜN öğlen gazetenin yemekhanesinde yemek yiyoruz. Saffet Korkmaz, Nuray Babacan ve Yelda Ataç aynı masadayız. Benim kitaptan falan söz ediyoruz.

İki masa öteye elinde tepsisiyle genç bir hanım geldi. Onu yüz olarak tanıyorum da, kim olduğunu bilmiyorum. Bir ara o genç hanım bizim masaya yöneldi.

‘Emin Bey, şimdi size bir şey söylemek istiyorum; ama lütfen tuhaf karşılamayın, gülmeyin, ya da bana kızmayın.’

‘Ne kızarım, ne de tuhaf karşılarım. Nedir?’

‘Benim 10 aylık bir oğlum var. Onun göbek bağını izin verirseniz sizin odanızda bir yere koymak istiyorum. Bir saksının içi olabilir, başka bir yer olabilir.’

‘Niye ki?’

‘Bizde hoş bir gelenek vardır. Örneğin çocuk iyi okuyup adam olsun diye göbek bağını okul bahçesine gömerler. Ya da doktor olsun diye hastane bahçesine gömerler. Eşimle de konuştuk, oğlumuzun sizin gibi olmasını istiyoruz. O yüzden sizden bu istekte bulunuyorum. Bir sakıncası olur mu?’

‘Niye olsun ki.’

Ancak ben bu aşamada yine bir dangalaklık sergiledim ve sordum:

‘Parça çok mu büyük?’

‘Yok canım, minnacık bir şey.’

‘Tamam, anlaştık.’

Bu öneri çok ilginç ve çok hoş bir şeydi. Masadaki arkadaşlara dedim ki, ‘Yeni bir kitap yazarsam, sizin de tanık olduğunuz bu olayı aynen koyarım’.

Yemek sonrasında tepsileri götürürken yüz olarak tanıdığım, ancak kim olduğunu bilmediğim genç hanımın masasına gittim.

‘Pardon, siz kimsiniz?’

Bizim Ankara Bürosu’nda seri (küçük) ilanlar birim sorumlusu Bahar Aras imiş. İşe kısa süre önce başlamış. Böylece tanışmış olduk.

Yemekten sonra Bahar’ı odama çağırdım.

‘Bu olayı yazmak isterim. İzin verir misiniz? Yazıda sizin isminizi de kullanabilir miyim?’

‘Elbette. Tek dileğim oğlumuz sizin gibi olsun.’

Bahar
’a odamdaki saksıları gösterdim. Hangisine isterse gömebileceğini söyledim.

Göbek bağını yarın getirecek, saksıya gömeceğiz ve işlem tamamlanacak.

Ben de Bahar’ın 10 aylık bebeği Mert Murat Aras’ın adına yarın bir kitabımı imzalayıp vereceğim. Büyüyünce bu yazıyı da okur, göbek bağının nereye, nasıl ve neden gömülmüş olduğunu bilir.

Bazen öyle güzel şeyler yaşarsınız ki, tanıkları olmasa ve anlatsanız, dinleyenler belki inanmaz. Bu da onlardan sadece biri.

VE SEVMEYEN

Bu kez elimde bir elektronik posta mesajı. Kilikyali01 adıyla 3 Şubat günü gönderilmiş.

‘Konu: Nefret ve saygı.

Yurtdışı görevinde bulunan bir din görevlisiyim. Dini yüksek öğrenim yaptım. Entelektüel birikimim olduğuna da inanıyorum. Yıllardır sizin yazılarınızı dikkatle okurum. Zaman zaman da yazılarınızdan dolayı size eleştiri mesajları -bazen dozu çok yüksek olsa da- gönderirim.

Aynı dünya görüşüne sahip değiliz. Hele bazı yazılarınız beni öyle iğneliyor ki, ağız dolusu küfür etmekten -özür dileyerek- kendimi alamıyorum. Ama, evet ama, yine haklı çıktı bu adam demekten de kendimi alamıyorum.

En son bugünkü Türk Tarih Kurumu ve Atatürk’ün mektuplarıyla ilgili yazınızı okudum Hürriyet internet sitesinden. Yine yakalamışsınız ve yine doğrusunuz.

Bütün arşivinizi de okuyorum. Tek tek araştırıyorum, bir açığını bulayım da şöyle ağız dolusu bir hakaret mektubu yazayım diye. Allah kahretsin, yine de bulamıyorum.

Zaman sizi hep haklı çıkarıyor nedense. Haklı çıktığınız sürece sizden nefret etsem de, aynı zamanda saygı duyuyorum size.

Ama okuyorum sizi. Her gün de bıkmadan usanmadan okuyacağım. Sakın yanlış anlamayın, hayatıma ve fikirlerime yön verdiğiniz için değil, açığınızı bulmak ve size hakaret etmek için.’

Ben de içtenlikle yazan bu okuyucuma ve onun gibilere büyük saygı duyuyorum. Elbette her yazdığıma katılmak zorunda değiller. Ama ne mutlu bana ki, onlar ve en amansız karşıtlarım bile ‘hırsızdır, satılıktır, avantacıdır, dönektir, iş bitiricidir, tetikçidir’ diyemediler, diyemiyorlar. Nefret etseler de saygı duyuyorlar. Yetmez mi?
Yazarın Tüm Yazıları