AB kararında düşündürücü unsurlar

BRÜKSEL’deki AB zirvesinde müzakerelerin başlaması için kesin bir tarih verilmiş olması, Türkiye’nin tam üyelik perspektifinin önünü açması bakımından tarihi önemdedir.

Bu sevindirici gelişme, yine de, zirvede kabul edilen kararların Türkiye açısından yarattığı bazı düşündürücü sonuçları görmemizi engellemiyor. Bu dikenli konuları şöyle analiz edebiliriz:

UCU AÇIKLIKTA İLERLEME YOK

AB Komisyonu’nun müzakerelerin başlamasına yeşil ışık yaktığı 6 Ekim tarihli tavsiye belgesinin en tedirgin edici bölümü ‘müzakerelerin -tabiatı gereği- ucunun açık olacağı’ ve ‘sonucunun önceden garanti edilemeyeceğinin’ vurgulanmasıydı. Belge, gelecekte tam üyelik olmasa bile ‘Türkiye’nin Avrupa yapılarına en sıkı bağlarla bağlı tutulmasının (demirlemesinin) sağlanması’ gereğinin de altını çiziyordu.

Bu ifadeler, Ankara’da büyük rahatsızlık yarattı. Çünkü, daha önceki tam üye adayları ile müzakerelere başlanırken sürecin ‘ucunun açık olacağı’ belirtilmemişti. AB, 1999’daki Helsinki zirvesinde yaptığı ‘diğer tam üye adayı ülkelere uygulanan objektif ölçütler aynen Türkiye’ye de uygulanacaktır’ taahhüdünden sapıyordu.

Ayrıca, müzakere sürecinin sonu, daha yolun başında bulanık bir hale getiriliyor, ‘tam üyelik dışında kalarak AB’ye demir atma’ kavramı ile üstü kapalı bir şekilde ‘özel statü’nün de ihtimal dışı olmadığı zımnen kayda geçiriliyordu.

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, geçen ekim ayında AB dönem başkanı Hollanda’ya gönderdiği bir mektupta, ayrıca yaptığı ikili görüşmelerde AB’nin diğer adaylara uyguladığı objektif ölçütlerden uzaklaştığını belirterek, Brüksel zirvesinde bu durumun düzeltilmesini istemişti. (Bu konuda hükümet üyelerinin muhtelif açıklamaları da hatırlatılabilir.)

Önceki gün açıklanan karar metni incelendiğinde, Türkiye’nin bu itirazlarının dikkate alınmadığını söylemek mümkündür. Bir yerde ‘müzakerelerin ortak hedefi tam üyeliktir’ eklemesinin yapılmasına karşılık, 6 Ekim tarihli tavsiye kararında yer alan ayrımcı ifadelerin neredeyse aynen, hatta biraz daha detaylandırılarak korunduğu görülüyor.

KALICI SINIRLAMALAR KORUNUYOR

Benzer bir durum, serbest dolaşım konusunda da karşımıza çıkıyor. 6 Ekim tarihli tavsiyede, ‘AB emek pazarını korumak amacıyla uzun süreli geçiş dönemleri ve kalıcı nitelikte koruyucu önlemler getirilebilir’ denilmiş, Türkiye ise geçen iki ay içinde bu yaklaşıma karşı çıkmıştı. Önceki günkü kararda söz konusu ifadenin daha da ağırlaştırılmış bir şekilde yeniden boy göstermiş olması, bu itirazın da karşılıksız kaldığını gösteriyor.

Üstelik, bu kez ‘derogasyonlar’ ve ‘özel düzenlemeler’ ifadeleri de eklenmiş, bir adım daha ileri gidilerek üye ülkelerin serbest dolaşımda ‘maksimum rol oynama’ yetkisine kapı açılmıştır. Her ülkenin kendisi için ayrı bir düzenleme isteyebilecek olması, Türkiye’nin Schengen sistemine dahil olabilmesinde ciddi güçlükler yaşanacağına daha şimdiden işaret ediyor.

Serbest dolaşıma, son 10 yeni üyeye yapıldığı gibi, geçici sınırlamalar getirilmesi olağan bir uygulamadır. Ancak kalıcı sınırlama kesinlik kazanırsa, Türkiye açısından ikinci sınıf bir tam üyelik statüsü yaratacaktır.

MÜZAKERELER NİSAN 2006’YA SARKTI

Türkiye’nin ulusal mevzuatının AB müktesebatı ışığında ‘taranması’ süreci Hükümetlerarası Konferans’ın 3 Ekim tarihinde toplanmasından sonra başlayacaktır. Tarama sürecinin 6 ay kadar bir süreye yayılması bekleniyor. Oysa Ankara’nın beklentisi, taramanın hemen 2005’in başında başlatılarak konferanstan önce tamamlanması, bir başka deyişle müzakereler resmen açıldıktan sonra tarama süreciyle zaman kaybedilmemesiydi.

Tarama ile ilgili beklenti de karşılıksız kalmış bulunuyor. Bu demektir ki, müzakereler resmen 3 Ekim’de açılacak ve müzakere başlıklarına geçilebilmesi için önce taramanın tamamlanması beklenecektir. Bu durumda, başlıklara geçilebilmesi en iyimser ihtimalle 2006 Nisan ayını bulacaktır. AB, bu yaklaşımla başlıklar üzerindeki asıl müzakereleri en az altı ay geriye atmıştır.

RUMLAR MÜZAKEREYİ BLOKE EDEBİLİR

Bu tahminler, müzakerelerin ancak 3 Ekim’de planlandığı gibi açılması halinde geçerlidir. Müzakerelerin açılması ise bu tarihe kadar Kıbrıs pürüzünün aşılabilmesine bağlıdır. Türkiye, bu süre içinde 1963 tarihli Ankara Antlaşması’nı 10 yeni AB üyesine teşmil edeceği ek protokolü AB Komisyonu ile müzakere edecek ve 3 Ekim’den önce dönem başkanlığı ile imzalayacaktır. Bu imza, dolaylı bir şekilde Kıbrıs Rum Yönetimi’nin (KRY) tanınmasını getirecektir. Türkiye, bu imzayı atarken işlemin KRY’yi resmen tanıdığı anlamına gelmediğini belirteceği bir çekince koyacaktır.

Bu noktada muhtemelen şu sorun yaşanacaktır: AB’deki çoğunluk, Türk tezine sıcak baksa bile, 3 Ekim tarihinde Hükümetlerarası Konferans’ta diğer 24 AB üyesi ile birlikte masada Türkiye’nin karşısında oturacak olan KRY, bu planı altüst edebilir. KRY, veto yetkisine dayanarak müzakereleri başlatabilmek için Türkiye tarafından resmen tanınmasını şart koşabilir. Hatta, buna kesin bir ihtimal olarak bakabiliriz.

ASIL HESAPLAŞMA EKİM AYINDA

Baş ağrıtmaya aday bir konu daha var: Türkiye protokolü imzalarken, Ankara Antlaşması’nın ulaştırma alanındaki düzenlemelerini de KRY’ye teşmil etmek durumunda. Bunlar arasında Türk limanlarının Rum bandıralı gemilere, havaalanları ve hava sahasının da yine Rum uçaklarına açılması gibi adımlar yer alıyor.

Görüleceği gibi, Türkiye 3 Ekim tarihinde müzakereleri başlatabilmek için Kıbrıs sorunuyla ilgili pürüzleri bir şekilde aşmak zorunda.

Bu durumun ışığında Brüksel’de ‘sorunun dondurulması’ suretiyle Türkiye’nin 9 aylık bir zaman kazandığını ve asıl büyük hesaplaşmanın önümüzdeki sonbaharda yaşanacağını söyleyebiliriz.
Yazarın Tüm Yazıları