Su’nun renkleri cesur fırçası savurgandır

Adını duyar duymaz karar verdim: Su Yücel’in dört yıl aradan sonra açacağı sergiyi herkesten önce gezeceğim.

Serginin adı Tılsım.

Söyleyin kim tılsım lafını sevmez?

Şiir seviyorsa.

Kim tılsıma inanmaz?

İnsanı tanıyorsa.

AÇILIŞLARI OLDUM OLASI SEVMEM

Bu benim Su’nun atölyesinde göreceğim ikinci sergi. Babasının şiirlerinden kalkarak yaptığı tabloları da İstiklal Caddesi Rumeli Han’daki yüksek tavanlı atölyesinde sergilemişti.

Kim bilir kaç yıl oldu. Gene böyle yağmur çamur bir İstanbul akşamında Rumeli Han’a gitmiştim. Atölye sergisi olduğu için kalabalık olmaz diye avunuyordum. Aymazlığım ilk katın sahanlığına kadar sürdü. Üst kata sığamayanlar çoktan alt kata taşmış, geri kalanlar da merdivenleri mesken tutmuşlardı.

O zaman da sergi açılışlarını sevmezdim şimdi de sevmem. Eğer derdiniz tanıdıklarla karşılaşıp hoş beş etmek, bol şarap içmekse ne ala. Yoksa fena. Tablolara yanaşmak bile başlı başına sorundur. İnsanları yara yara ilerlemeye çalışır, iki adım atamazsınız. Atsanız da fark etmez. Tabloların önü hararetli sohbete dalmış birileri tarafından kapatılmıştır. Aralarına giremez, yana çekilmelerini söyleyemezsiniz...

Her açılış böyledir. Resimlere göz ucuyla bakar, göremezsiniz. Geçmiş gün, o kalabalığı görünce sessizce sıvışmış mıydım yoksa her şeye rağmen yukarı çıkmış mıydım, hatırlamıyorum. Ama bir iki gün sonra yolumu tekrar İstiklal Caddesi’ne düşürdüğümü ve her tabloyu uzun uzun incelediğimi hatırlıyorum.

Çok güzel resimlerdi. Çok da özel. Su, ilk kez babasının şiirlerinden yola çıkarak resim yapmıştı. Şiirler Can Yücel’in Datça’ya yerleştikten sonra yazdığı şiirlerdi. Resimler onlara değen Su renkleri. Baba-kız bu gönüllü sürgünde işbirliği yapmışlardı. Birinin yazdığını öbürü boyamıştı.

Sergi sırasında mı yoksa akabinde mi bir de kitap çıkmıştı: Maaile. Her dizesinde Can Yücel’in öfkesini, hınzırlığını, iflah olmaz duygusallığını okuduğunuz; Su’nun o şiirleri nasıl yorumladığını gördüğünüz bir kitap. Baba-kız. Zor ikili. Benzer duyarlığın farklı dilleri.

Bu seferki açılış 24 Kasım Çarşamba. Salı öğleden sonra atölyeye gitmeye karar verdim. Resimler asılmış olur. Henüz asılmadılarsa bile kuytulardan çıkmış duvar diplerine dizilmişlerdir.

Evet sergi öncesi ressamlar gergindir. Ama bilirim, Su, kalenderdir.

Üstelik niyetim uzun uzun konuşmak değil.

Birkaç soru sormak ve sözünü ettiğim sergiden bu yana neler yapmış ona bakmak...

Üçteki randevuya dörtte gidebildim. Kar yağdı ya, hava beter ya, taksi yok. Bütün İstanbul taksicileri müşteri almamaya yemin etmiş gibi. Önünüzden vızır vızır geçiyor ve anlaşılmaz bir el hareketiyle boş olmadıklarını ima ediyorlar. İyi de nereye gidiyorlar? Nişantaşı, Rumeli Han arasını bir saatte yürüdüm.

Rumeli Han bildiğim Rumeli Han. İnile çıkıla kayganlaşmış mermer merdivenlerden Su’nun atölyesine çıktım.

Duvarlar koyu yeşile boyanmış. Pencereler kalın gece mavisi kağıtlarla kaplanmış. Duvarlar renk cümbüşü. İrili ufaklı 40 tuval. Bir de asılmayı bekleyen 40 bezeme.

SU’NUN TABLOLARI SİZİNLE KONUŞUR

Bilmem Su Yücel’in resimlerini bilir misiniz?

Yaşadığı yerlerin, gördüğü şeylerin resmini yapar. Daha doğrusu bunlardan arta kalanların resmini. Tortuların ressamıdır. Renkleri cesur, fırçası savurgandır. Resminde boşluklar vardır. Bile isteye bırakır. Onu doldurmak size kalmıştır.

Önce renklere kapılırsınız. Sonra ayrıntılara. Baktıkça tablo sizinle konuşmaya başlar. Canlanır.

Yer sofrasından yemeklerin kokusu gelir. Çarşıdaki pazenler kestirilmeyi bekler. Kulak kesilirseniz itiş kakış kadınların konuşmalarını, mallarını öven çığırtkanları bile duyabilirsiniz.

Yoğurtçu ‘uuttçuu’ diye bağırarak geçer.

Pazar yerindeki sebzeler pişirilmeyi bekler.

Oda bildiğiniz bir odadır. Ocağına odun attığınız, kilimini silkeleyip yaydığınız.

Bu bahçeden geçmişsinizdir.

Bu yol sizi bildiğiniz yere götürür.

Bu çiçek, bu vazo, bu kuş, bu ağaç, bu bulut. Hepsine Su imza atar ve hepsi size çıkar.

Su tılsımlı resimler yapar.

SERGİDE SADECE RESİM YOK

Bu kez tuvallerin yanı sıra bezemeler de yapmış. Kırk tuval kırk bezeme. Bezeme dediği, özel kumaşlar üzerine yaptığı baskılar. Baskı kalıplarını kendi oymuş. Kumaş boyalarını kendi bulmuş. Bir tür ‘Su Yemenileri’. İster asın ister kullanın. Yıkanan, ütülenen bezler bunlar. Su’nun adlandırdığı üzere ‘bezemeler’.

Tablolara baktıktan, bezemelere dokunduktan sonra oturduk. Ne onda, ne bende kaç yıl oldu görüşmeyeli muhabbetine dalma hevesi var. Bıraktığımız yerden devraldık.

Kışları İstanbul’da geçiriyormuş. Buraya, Rumeli Han’a her gün geliyor, ders çalışır gibi resim yapıyormuş. Yazlar, sıcak kavurucu Datça’da. Orada da atölyesi varmış. Bir de Güler’le büyüttüğü Can Festivali. Festival hazırlıkları, kimlerin çağrılacağı, hangi işliklerde ne işlerin yapılacağı, afişler, şenlikler hepsi onlara bakıyor, çok zamanlarını alıyormuş.

BABA-KIZ GİBİ BİR ANNE-OĞUL

Geçen yıl Diyarbakır’a gitmiş. Kamer işbirliği ile 100 kadına resim yapmayı öğretmiş. Bu çalışmaları Diyarbakır D.S.M. ’de ‘Öleceğim aklıma gelirdi de resim yapacağım gelmezdi’ adı altında sergilemişler. Altını çize çize, kimseye bir şey öğretmediğini, karşılıklı çok şey öğrendiklerini anlatıyor. Zaten daha önce de benzer bir çalışma yapmış. Türk ve Yunanlı Kadınların Barış Girişimi kapsamında Karaburunlu kadınlarla birlikte çalışmış.

Bunun dışında ne yapıyorsun diye sorduğumda lafı Ali Bey’e getiriyor. Ali Bey büyümüş, 11 yaşına gelmiş. Annesinin atölyesinin biraz ilerisinde Frenk dilini öğrendiği ilkokula gidermiş. Cebinde taşı ile. Geçen yıl, bir Ege kasabasında ziyaretlerine gittikleri heykeltıraş dostları Ali’ye bu taşı vermiş. İşte o gün bu gün Ali taşından ayrılmamış. Tılsımlı olduğuna inanıyormuş.

Ana ve oğul. Tıpkı baba-kız gibi.

Biri sergisine Tılsım adını veriyor.

Diğeri taşını tılsımlı belliyor.

Babanın şiiri nasıl imgelerle ördüğü koca bir resimse, kızının resmi renklerle bezediği koca bir şiir.

Kan çekmiş işte. Başka ne denir?
Yazarın Tüm Yazıları