Mustaki ne pişirirse pişirsin içine bir tutam aşk katar

Akşam kiminle buluşacaksın?
Mustaki ile.

Bu hafta kimi yazacaksın?
Mustaki’yi?

‘Ay, buraya mı gelmiş, beni de tanıştırsana’ diyenler, fotoğrafımızı çekmeyi önerenler...

Mustaki adını duyunca, ünlü şarkıcı, müzmin muhalif, Le Meteque bestecisinden söz ettiğimi sanıyorlar. Oysa diğer Mustaki ile buluşacağım. Bizim Mustaki ile. Kos’ta doğan, Bodrum’a kaçan, barmenlikten aşçılığa, mermercilikten otelciliğe yapmadığı iş kalmayan, hepsinin altından da alnın akıyla kalkan ve yıllar yılı kimlik belgesinde ‘Haymatlos’ yazan Mustaki ile.

Söz konusu olanın gençliğimizi esir alan şarkıcı olmadığını anlar anlamaz hepsi hayal kırıklığına uğruyor. Benimse içim içime sığmıyor. Akşam olsa da buluşsak. Kafa kafaya verip görüşemediğimiz yılların acısını çıkarsak...

The Marmara’nın havuz başındaki bara kararlaştırdığımız saatten çok önce gidiyor ve gün batımını izliyorum. Hafif buruk. Ertesi sabah yola çıkacağım. Elveda yaz! Elveda Bodrum! Gelecek yıla kadar elveda!

Burayı boşu boşuna sevmiyorum. İşte giderayak, sanki hüznümü hafifletmek istermiş gibi karşıma Mustaki’yi çıkardı. İki gece önce karşılaştık. Yıllar sonra, yeniden.

Sabaha ramak kala, zar zor sığıştığımız marinadaki masamızda Kübalı şarkıcıları dinlerken, biri ensemden tuttu ‘Ula Figen sen misin?’ dedi. Dönmeme bile gerek yok. Sesini, daha doğrusu kendine özgü şivesini nerede duysam bilirim ki o. Sarıldık. Görüşmeyeli neredeyse beş yıl olmuş. Lafımız çok...

Konuşmaya çabalıyor, beceremiyoruz. Bağırmaktan yorgun düşüyoruz. Bize asude bir mekan ve geniş zaman gerek. Ayaküstü telefon numaraları yazılıyor, ertesi sabah onun limon yüklemek için bir yere gittiği, benimse zamanımın kısıtlı olduğu tespit ediliyor, iki gün sonra The Marmara Oteli’nde buluşmaya karar veriliyor. Bodrum’un bu en güzel, en sakin ama sakin olsun diye yapılmadığından olsa gerek, sakinliği sıkan otelinde.

İlk kadehimi bitirmeden geldi. Bıraktığımız yerden devam ettik. Son gördüğümde evli ve çocuksuzdu. Ve yorgundu. Yakındığı yoktu ama öyleydi. Çalıştığı zaman nasıl kendini hırpalayarak çalıştığını bilirdim de, onu çok ender yorgun görürdüm. Sabahın köründe işe gider, akşam bütün gün keyif çatmış gibi terütaze karşımıza geçerdi. Hadi şunu yapalım dediğimizde, mızmızlanmaz, sanki bütün gün Allah’ın sıcağında çalışan o değilmiş gibi teklifi ikiletmezdi. Gidilecek yerler ondan sorulurdu. En ücra en güzel yerleri o bilirdi. Koca yarımadada tanımadığı yok gibiydi.

Şimdi ikiz babası ve bekar. Sesi eski tınısını bulmuş, gözlerinde o eski pırıltı var. Medeni durumu değişince otelciliği bırakmış. Ve zor kaçıp geldiği Yunanistan ile ticarete başlamış. Eski vatanına yığınla malın yanı sıra tonlarca narenciye yolluyor. Bir gün önce beş ton limon yolladığını ve bunun haftalık yüklemeler olarak devam edeceğini söylediğinde şaşırıyorum. Yunanistan nüfusu ve tükettikleri limon arasında ters orantı var. Ama böyle imiş. Meğer Yunanlılar ne yerlerse yesinler tabaklarının ucuna dört şak ettikleri bir limon iliştirirlermiş. İşte komşunun bilinmedik bir huyu daha.

CIRIKLAR MUSTAFA’DAN MEZELER KARISINDAN

İçkilerimiz bitince yemek için nereye gitmek istediğimi sordu. Oraya mı buraya mı, balık mı et mi cırık mı? Cırık da ne ola ki? Piliçmiş. Yerlisi, Bodrum’da pilice cırık dermiş. Gümüşlük yolundaki At Geç’e gidelim sonra sana çiftliği gezdiririm dedi.

Öneriyorsa bir bildiği vardır. Mustafa’nın Yeri diye de bilinen At Geç salaş bir lokanta. Çardak altında birkaç masa, tahta iskemleler, arka taraf bostan, bol bol floresan. Mustafa mangal başında. Cırık kavurma ona, mezeler karısına emanet.

Taze börülce, çizik zeytin, adını bilmediğim otlarla yapılmış Girit mezeleri. Mustafa hem demleniyor hem pişiriyor. Ve harıl harıl konuştuğumuzu görünce teybi kapatıyor. Cırık kavurma harika. Ne öyle piliç yedim ne de pilicin böyle piştiğini bilirdim.

Yemekten sonra Dereköy’deki çiftliğe gittik. Dereköy... Mustaki’nin yirmi yıl önce bizi götürdüğü ve orada bir arazi alıp çiftlik kurmayı düşlediğini söylediği köy. Düş, gerçekleşmiş.

1986’nın şubatında dağ tepe aşarak gittiğimiz, ortasından dere geçen gelincik tarlası şimdi kocaman bir çiftlik olmuş. Üç ev, meyve bahçesi, bostan; bir keçi, iki köpek, tavşan ve tavuk kümesleri. Yasemin kokusu, hanımeli...

Asmalı çardakta sessiz sessiz oturuyoruz. Konuşursak gecenin büyüsü kaçacak gibi. Sonunda kalktık. Eve yollandık.

SAĞLIKLI İNGİLİZLERİN FAVORİ TATİL YERİ

Çiftlik için çok uğraştığını biliyordum da bu kadar güzel bir yer beklemiyordum. Üç evin üçünü de kendi yapmış. Dik çatılı beyaz evler yüzlerini ortadaki havuza dönmüşler. Birkaç şezlong, bir iki şemsiye, çim. Yaz aylarında evleri kiraya veriyormuş. Genellikle İngilizler geliyormuş. Köy hayatından hoşlanan, ekolojik beslenmeye özenen, iyi yemek yemeyi seven İngilizler. Kışın da kendi gidiyormuş. Yani bu bir iki aya öncesine kadar böyleymiş. Şimdi kışı orada geçirip, ikizlerle orada eğlenmek istiyor.

Öyle diyorsa yapar. Mustaki’nin bugüne kadar yapmak isteyip de yapamadığı hiçbir şey bilmem.

Onu tanıdığımda, 74 yılında, o zaman Bodrum’un tek barı olan Han’da barmenlik yapıyordu. Doğup büyüdüğü Kos’tan, Türk tohumu eziyetine katlanamadığı için kaçıp gelmişti. Yıl, Kıbrıs çıkarması yılı. En büyük düşmanımız Yunanistan. Buradaki resmi makamların oradan gelme birine casus muamelesi çektiği zamanlar. Vatandaşlık başvurusu kabul edilene kadar Haymatlos olarak kaldı. Yıllarca, yıllarca kimliğinde ‘Vatansız’ yazdı. Şimdi iki ülke vatandaşı.

Sonra onu mermer tozuna bulanmış hatırlıyorum. Yarımadanın işgal edileceğini, dağa tepeye evler dikileceğini ve bu evlere zemindi, mutfaktı, bilumum mermerden mamul mal gerekeceğini öngörüp atölye kurmuştu. Çok para kazandı. Sonra karşıma otelci olarak çıktı.

Otelcilik diğer işlere benzemiyordu. Onun tüm vaktini istiyordu. Bizleri bile görmeme pahasına çalıştı. Arada turizmi vuran bütün krizleri -Körfez Savaşı’ndan bilmemne bombasına- deli gibi çalışarak atlattı. Sonra hepsini ardında bıraktı. Canını kurtardı.

Şimdi ihracatçı. Bir de lokantası var. Bitez’de Aktur girişinde.

MUSTAKİ USULÜ LEVREĞİ TEK GEÇERİM

Hep yemek yapmayı sevdi. Pişirdi, yedirdi. Müthiş aşçıdır. Giritli babaannesinin tarifleriyle kendi damak tadını harmanlar, ortaya başka kimsenin elinden yiyemeyeceğiniz mükemmel yemekler çıkar. Farklı pişirme biçimleri vardır. Balığın hasını bilir. Otu kokusundan tanır. Eti uzaktan anlar. Ama en önemlisi ne pişirirse pişirsin içine bir tutam aşk katar.

Ben oradayken lokanta henüz açılmamıştı. Bayrama yetiştirmeye çalışıyordu. Olur da yolunuz oralara düşerse uğrayın ve şarapta dinlendirilmiş kalamarından ve gemici usulü levreğinden tadın derim. Ve bu alemde bol dereotu, bol karabiber, piyaz, soğan ve sızma zeytinyağı ile pişirdiği Mustaki usulü levreği biliniz ki, tek geçerim.
Yazarın Tüm Yazıları