Defne Ayas sanatta aksayan ülkemizin New York’taki bastonu

Nasıl bir tez vermiş olmalı ki, New York’un herkesin ağzını sulandıran ama kapılarını ancak en başarılılara açan sanat dünyasında hem de o dünyanın en önemli müessesesinde New Museum of Contemporary Art’da iş buldu. Hálá orada küratör olarak çalışıyor.

Defne gelecek demiştim, geldi.

Kokusuyla geldi.

Adı üstünde işte. Defne.

Rüzgar gibi esti, sonra gitti.

New York’a döndü.

Şimdi İstanbul’daki evde çıt çıkmıyordur.

Tubiş yataklara düşmüştür. Cengo gazetelerin arkasına saklanmıştır. Dikkatli gözler onun tek satır okumadığını, bıyıklarıyla oynadığını fark eder. Karşı karşıya geçip oturdukları ve bunca yıl sonra bile anlatacak yığınla şey buldukları koltuklar boştur. Herkes kendi dünyasına, kendi odasına çekilmiştir.

Bunun da geçeceğini bilirler.

Onların hüznü saridir, Allah’tan baki değil.

Zaten hep böyle olmaz mı?

Günü geldiğinde çocuklar giderler. Kendi yollarını çizerler. Başarıları sizi mutlu eder. Yokluklarını lafı döndürüp dolaştırıp onlara bağlayarak unutmaya çalışırsınız ve bir türlü içinizdeki sızının adını koyamazsınız.

Oysa basittir: Issızlaşmışsınızdır.

Defne Ayas yıllardır New York’ta yaşıyor.

Ve bence daha yıllarca da orada yaşayacak.

Belki buradan beslenecek ama orada yeşerecek.

Tubiş’in sızısını yüreğinde hissedecek, Cengo’nun dile getirmediği özlemi içini burkacak ama orada kalacak.

Kalmalı da. Kalmalı ve aksak ülkemizin sanat alanında bastonu olmalı.

OKUL BİRİNCİSİ AMA ANTİPATİK DEĞİL

O gece özel bir geceydi.

O geceyi özel kılan Defne’ydi.

Şaka değil, onu yaklaşık on yıldır görmemiştim. Son gördüğümde Amerika’da okumak istediği üniversitelerin listesi elinde, o sınavdan bu sınava seğirtiyordu. Bu da lafın gelişi. Defne her zaman ne yapmak istediğini bilen biri oldu. Üstüne üstlük de çalışkan. Zaten sınavdan sınava seğirtmemiş, girdiği bir tanesiyle istediği bölümü kazanmıştır. Geçmiş gün, tam hatırlamıyorum. Unuttuğuma bakılırsa anlaşılan bu konu üzerine çok da konuşmamışız. Zaten onun okuldaki başarılarının sözü bile edilmezdi. Başarı Defne söz konusu olduğunda olağan ve sıradan bir şeydi.

Burs almak için İstanbul’un en kazık lisesini birincilikle bitirmesi gerekiyorsa, bitirirdi. Bitirdi de.

Çalışkan öğrencilere musallat bir iticilik vardır ya, Allah için Defne’de bunun zerresi yoktu.

Neredeyse doğuştan gelen merakı ve genlerinde olduğuna inandığım enerjisi ile her şeye yetişir ve bunu dünyanın en olağan şeyi gibi yaşardı.

Burada Tubiş’in ve Cengo’nun hakkını teslim etmek gerek.

Onu pamuklar içinde büyütmediler ama bir dediğini de ikiletmediler.

Amerika’ya gittiğinde aklında bu gün yaptığı işi yapmak var mıydı bilmiyorum. Sanmam.

DÜNYADAKİ SAYILI İSİMLERLE ÇALIŞIYOR

Önce siyaset teorisi okudu. Eh, buna da şaşmamak gerek, içine doğduğu değilse de, içinde büyüdüğü ortam buydu. Sonra da gitti, o güne kadar pek de duymadığımız bir alanda, sanat ve teknolojinin birbirlerini nasıl etkiledikleri üzerine yüksek lisans yaptı.

Nasıl bir tez vermiş olmalı ki, New York’un herkesin ağzını sulandıran ama kapılarını ancak en başarılılara açan sanat dünyasında hem de o dünyanın en önemli müessesesinde New Museum of Contemporary Art’da iş buldu. Hálá orada küratör olarak çalışıyor.

Büyük konuşacağım ama bugüne kadar kimsenin başaramadığı bir iş yapıyor. Birlikte çalıştığı arkadaşları dünyanın bu alandaki sayılı isimleri. Kimler mi? 9. İstanbul Bienali’nin küratörü Dan Cameron‘dan Michel Thurz’a yığınla isim.

Size, bana, bizlere yabancı ama dünyaya tanıdık yığınla isim...

O gece baktım bu işlerin peşini bırakalı köhnemişim, bir ikisi dışında söz ettiği adamları da tanımıyorum, bana gerçekleştirdiği sergileri anlatmasını istedim.

Anlatmasına anlattı.

Dinlemesine bütün antenlerim açık dinledim de.

De’si var.

Ne kadarını anladığım meçhul.

Bildiğim, gazetelerin övgüyle söz ettiği, insanların akın akın gittiği sergiler düzenlediği.

NEW YORK SOKAKLARINDA DİYARBAKIRLI ÇOCUKLAR

Haziranda yaptıkları sergi sokağı ve sokaktaki insanı konu alan sanatçıların katıldığı bir sergi imiş. Public Execution isimli sergi (Toplu İnfaz) elbette adına yakışır yerlerde, yani New York sokaklarında, parklarında, bina girişlerinde açılmış. Galerilerde değil.

Bu sergiye bir de Türk sanatçı, Serkan Özkaya davet edilmiş. Çektiği 15 bin küsur diayı sergi binasının camına yapıştırarak muhteşem bir iş çıkarmış. Sergi öyle ses getirmiş ki, New York Times ona tam bir sayfa ayırmış.

Ağustos’ta Chealsea’de Whitebox Galerisi’nde Amerika’daki seçimlere gönderme yapan bir televizyon reklamından yola çıkarak oluşturdukları ikinci bir çalışma sergilemişler. Burada da başka bir Türk sanatçının, Diyarbakır’dan Erkan Özgen’in video çalışması varmış.

Diyarbakır’da bir çocuk parkında çektiği görüntülerden oluşan bir video çalışması. Defne, Erkan Özgen’in filmini ayrıntılarla anlatırken kendimi tutamayıp ağladım. Gözümün önünden çocukların merakla bakan koca gözleri ve acılı topraklara basan cılız bacakları geçti. Erkan Özgen’le tanışmak için sabırsızlanıyorum.

Önümüzdeki günlerde gerçekleştireceği serginin adı ise Democracy Is Fun (Demokrasi Eğlencelidir) imiş. Anladığım kadarı ile, birlikte üreten sanatçıların katılacağı ve performansların ağırlıkta olacağı bir sergi olacak bu da.

Zaten anlattıklarından performans işini çok önemsediği, bunu çağımız sanatçılarının dertlerini dile getirmek için kullandıkları en etkileyici yöntem olarak gördüğü anlaşılıyor.

BEN SORDUM DURDUM O MUTLUYUM DEDİ

Gece boyunca elbette sadece bunları konuşmadık.

Onu soru yağmuruna tuttum.

Tıpkı gönülden sevdiklerine pervasız sorular sormayı doğal addeden geveze teyzeler gibi. Hem merak ettiklerimi hem de Tubiş’in içine çöreklenen ve Defne’yi üzmemek adına soramadığını düşündüğüm her şeyi.

İş; iyidir hoştur, insanı besler, geliştirir, yaşatır ama her şey demek değildir ya, hayatın dolması, taşması, saçılması, süpürülmesi de gerekir ya; bunun için yüreğin çarpması, sıkışması, gerilmesi, çatlaması da kaçınılmazdır ya; ne kadar kaçarsan kaç, yazgın gelir seni bulur lafına gönülden inanırım ya işte öyle sorular.

Defne, hoş gördü aldırmadı.

Gülümseyerek gözümün içine baktı, ‘Mutluyum’ dedi.

Sonra, sustuk.

Sonra ne kadar istersek isteyelim, geceyi daha da uzatamayacağımızı kavradık.

O gün bu gün akşam olmaya görsün, havada defne kokusu.

Haklısınız çocuklar.

Haklısın Tubiş, kendini kitaba vermekte haklısın.

Haklısın Cengo, Fener maçlarınla avunmakta haklısın.

Bir kez daha anladım:

Uzaktakileri sevmek insanın canını yakıyor.
Yazarın Tüm Yazıları