Sokaklar tenhalaştı şezlong kavgaları yok artık

Yaz bitti.
Günler kısaldı.
Akşamlar serin.

İstanbul’da yağan yağmur burada deli rüzgar olarak esti.

Çekmecelerin arkasına yerleştirilmiş şallar, kazaklar çıkarıldı.

Sokaklar tenha.

Lokantalarda yer bulamama ihtimali, şezlong kavgaları yok artık.

Bağıra çağıra top oynayan çocuklar, göbeğini sallaya sallaya gülen adamlar, sere serpe kumlara uzanan kadınlar.. Hepsi gitti.

Eylül geldi.

Herkes bayılır ama Eylül bana Pazar günlerini hatırlatır.

Yorucu haftayı izleyen rehavet gününü.

Uzun uykulardan uyanır, uyku sersemi dolaşırsınız.. Önünüzde ne yapacağınızı bilemediğiniz koca bir gün uzanır. Öğlene kadar vakit geçer. Gazeteler okunur, uzun kahvaltılara oturulur. İkindiye kalmaz, içinize Pazartesi kabusu çöker. Akşam erken gelir, gece çabuk geçer.

Bu aylarda depreşen kış korkumu bilmeyenler Eylül’e mersiye düzüyorlar. Onlara göre Bodrum’u sevenler Eylül’de gelir, Ekim’i de geçirip öyle dönerlermiş. Bodrum yılın ancak bu mevsiminde yaşanılası bir yermiş.. Balığın en tazesi, mezenin en lezizi bu aylarda yenirmiş. Deniz durulur, Ağustos fırtınaları diner, her yer sarıya kesermiş. Bahçeden koparttığınız mandalina alasulu olur, pazardaki sebze bolluğuna Tuzla’dan gelen karides eşlik edermiş.

Dönmekle kalmak arasında bocalıyorum.

Kalırsam muhtemelen Eylül’e duyulan aşkın bütün aşklar gibi abartılı olduğunu göreceğim.

Dönersem, kışı erken getireceğim.

Oyumu kalmaktan yana kullandım.

Bakalım, Eylül nasıl geçecek?

Aslında yirmi küsur yıldır her yaz, güzü de burada geçirmeye niyetli gelir, Ağustos’un son mehtabında yüzdükten sonra kös kös geri dönerim.

Önceleri okul vardı.

Dönülecek, forma kitap etiket üçgenine girilecek diye içim kan ağlardı.

Sonra gene okul vardı; Oğlumun okulu. Şeytan üçgeni berdevamdı. Gene içim kan ağlardı.

Derken güç değilse de iş sahibi olduk.Yazlarımızın canına okuduk. İki günlük kaçamaklar, hafta sonu uzatmaları derken yaz geçer, biz arkasından bakakalırdık.

Peki hepsi bu kadar mıydı?

Değil elbet.

BODRUMA’A İLK GELİŞİM

Bodrum’a ilk kez 1969 baharında geldim.

Okul gezisi.

Aklımda mendirekteki kayalardan atlanıp yüzülen masmavi deniz, gece Artemis Pansiyonun önünde yakılan kocaman ateş, Halikarnas Balıkçısının diktiği söylenen Bella Sombra ağaçları, bir de gitar çaldığını iddia edip birkaç melodiyi ancak tıngırdatan bıyığı yeni terli arkadaşlarım kalmış. Ali,Cafer, Teoman. Bir de Müge, Berran, Renan.

Gülmüş, gülmüş, gülmüş, Ali Güven’den sandaletler alıp dönmüştük.

Sonra, üniversite yılları.

İlhan Berk’le Han’da ilk rakı, Aşıkane’den ezbere şiirler, imzasız mektuplara aşık olmalar, kendini Mira sanmalar..

Sonra keşif turları.

Arkası açık ciplerle saatler boyu hoplaya zıplaya gittiğimiz tozlu yollar.

Gümüşlük, Torba, Gölköy.

Göl’de Mustafa Kemal ve kolonisi; Deli Aysel, rahmetli Dürnev Tunaseli.

Türkbükü’nde çay bardağıyla rakı içen Selahattin Hilav ve avanesi.

Kış ortasında tanımazlıktan geldiğini düşündüğüm için bozulduğum, bunu söylediğimde yüzüme uzun uzun bakıp sonunda boynuma sarılan ve ‘Seni giyinik görmedim ki elbette tanıyamam’diyerek çevredekilerin gülüşmelerine yol açan Cahit Külebi.

Güneş kaçkını, domates düşmanı Ömer ve Piyale ile paylaştığımız denize üç yüz basamak, kıyıda unutulanı dalgalara emanet ettiğimiz ev.

Frişka: Sünger teknesi.

Gökova: Düşler körfezi.

Sıcak bira, susuz rakı, solgun roka.

Ve Ceco. Daldı mı beş saat dalan, üç kiloluk orfoz, yirmi adet ahtapot olmadan su yüzüne çıkmayan Ceco. Bir süre İstanbul’da seramik fırınının başında uyusa da sonunda kendini gene Ege’nin mavisine atan Küçük Dev Adam.

Ve tabii ve illaki aşk. İlk yürek çarpıntısı ilk diz çözülmesi.

Başını alıp gitmeler.. ‘Ben sende bütün aşkları temize çektim’demeler. Daha neler..Daha neler..

Bodrum, kişisel tarihimde elbette sadece bunlardan ibaret değil.

Ben burada, Ege’nin Akdeniz’e burnunu uzattığı bu yarımadada, ıhlamur kokulu az yaz devirmedim.

Bir tutam da kış.

Ama bunca zaman, burada, bir kez olsun tadına doyum olmadığı söylenen nazenin Eylül’ü geçirmedim.

AĞUSTOS MEHTABINA VEDA

Dün akşam,Ağustos mehtabına hoşça kal demek için o yılların tanıkları ile birlikte Ortakent’e Gebura’ya gittik.

Gebura, Bodrumlu dilinde Gel lan buraya’nın kısaltılmışıymış.

Ortakent, benim Bodrum’un en sevdiğim köşesi değil.

Ama Gebura’yı anlata anlata bitiremiyorlar. Palavrasını bilirdik de Gebura’sını görmemiştik diye biraz da söylene söylene gittim.

Kumsala kurulu birkaç tahta masa. Meyilli. Uç tarafta oturanlar denizle haşır neşir. Mehtap ha çıktı ha çıkacak.

Mezelerden meze beğeniyoruz. Ispanaklı kroketten, ahtapot salatasına ne ararsan var.

Balıkta kararsız kaldık Deniz olduğu söylenen levrek mi yesek denizden geldiğine yemin edilen Çipura mı?

Baran,’bu işin denizi yok’ dedi. Balık çiftliği işiyle uğraşan bir arkadaşından dinlemiş.Gerilen ağların bir bölümü iri balıklara ayrılırmış. Sonra sıskaları halk, semizleri seçkin olarak pazarda yerini alır ama tümü de beslendiği yapay yemden nasiplerini alırmış..

Baran’ın açıklamasını dinleyen Gebura’nın sahibi Osman Karataş ‘Bunları deniz levreği diye alıyoruz be abi’dedi.Gülüştük.

Bir süre balık yemesek mi diye düşündük.

Ha denizi ha çiftliği ne fark eder?

‘Hepsi derya içre mahi değiller mi?’dedim ve Osman’ın annesi Naime Hanımın yaptığı Levrek Buğulamadan istedim.

Sadece bunun için Ortakent’e gitmeye değer.

Bir ayağı denizde ahşap masamıza geçtik.

Mehtap çıktı: Portakal.

Şarap geldi: Kristal.

Bir süre sonra da meşum bir dalga. Habersiz yakaladı.

Oysa iki kadeh arası, ileride çok ileride Kos’un önünden geçen ışıl ışıl gemiye hayranlıkla bakmıştık.

Süzülüp gitmişti. Bizi de peşinden sürüklemişti.

Çaktırmadan el sallamış, içimizden kuşlar havalandırmıştık.

İlk hışırtıya uyanmadık. İkincisinde ıslandık.

Üçüncüsünde kaçıştık. Sonunda birbirimize baktık. Fellini’yi andık.

Uzaktan, dalgası sizi çok sonra ıslatan bir gemi geçse. Onunla birlikte yeni yetmeliğiniz, gençliğiniz, düşleriniz geçse.

Karanlıkta kaybolsa. Sizin de aklınıza o cümle gelir. Hüzünlenirsiniz.

Usul usul ‘E La Nave Va’ dersiniz.

Kapadokya-Girit işbirliği

Hep sıla türküleriyle anılır mübadele. Ne gelenler ne gidenler doğdukları topraklardan kopabilmiştir. Geride bırakılanlar özlenir, yeni gelenler onlara gözü gibi baksın istenir. 1923’te mübadeleyle Türkiye ve Yunanistan’da yer değiştirenlerin torunları bugün bu isteği bir projeyle yerine getiriyor.

Türkiye’den Lozan Mübadilleri Derneği’nin öncülüğünde Ürgüp’teki Mustafapaşa (Sinasos) Belediyesi, TMMOB Mimarlar Odası, Koruma ve Restorasyon Uzmanları Derneği (KORDER) ve Yunanistan’dan ICOMOS’un (Uluslarası Anıtlar ve Sitler Konseyi) ortaklaşa düzenledikleri ‘Ortak Kültür Mirasımız Projesi’ Avrupa Birliği tarafından finanse ediliyor. 18-23 Eylül tarihleri arasında Kapadokya’daki Mustafapaşa beldesinde yapılacak etkinlikler 21-27 Ekim tarihleri arasında Yunanistan’da Girit’te bulunan Rethymno şehrinde sürecek.

‘Ortak Mirasımız- Birlikte Koruyalım’ Sloganıyla yapılacak herkese açık proje etkinliklerinde Kapadokya’nın tarihi ve coğrafyası detaylarıyla anlatılacak. Sinasos’tan nüfus mübadelesi, Kapadokya’da kültür mirasının korunması konularında panellerin yanı sıra bir günlük Kapadokya gezisi düzenlenecek. Sergilerde de yerleşimler ve buralardaki yapılarla ilgili plan, çizim ve fotoğraflar, mübadillere ait etnografik malzeme, tarihi ve bilimsel metinler sunulacak. Aynı etkinlik 21-27 Ekim’de de Girit’te düzenlenecek.

Lozan Mübadilleri Vakfı Genel Sekreteri Sefer Güvenç projenin ‘Avrupa Komisyonu’nun ‘Sivil Toplum Geliştirme Programı’ kapsamında kurulan Türk Yunan Sivil Diyaloğu Programı çerçevesinde, mimari mirasın korunması için ilk proje olduğunu söylüyor: ‘Her iki taraf mübadilleri taşınmaz mal varlıklarını geride bıraktılar. Kiliseler, manastırlar, camiler gibi kültür varlıkları, büyük bir tahribata uğradı, yıkıma terkedildi. Oysa bu insanlığın ortak kültür mirasıdır, bu yapıların korunması acil bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Türkiye’de ve Yunanistan’da ilk defa sivil toplum örgütleri bu işe el atıyor.’

Etkinlikler ile ilgili detaylı bilgi www.lozanmubadilleri.org sitesinden edinilebilir.
Yazarın Tüm Yazıları