Kezban’ın resimleri de kendi gibi açık, coşkulu, pervasız ve mizahi

Kezban Arca Batıbeki ile bu güne kadar tanışmıyor olmamız garip. Ortak arkadaşlar, ortak semtler, müdavimi olunan ortak yerler, hatta gidilen ülkeler Ne diyeyim, kader utansın.

Oysa merak ediyorum. Hem onu hem de çok başarılı geçtiği kulaktan kulağa söylenen Tokyo sergisini. O zaman bir yolunu bulup onunla karşılaşmalı ve Japonya izlenimlerini dinlemeliyim.

Ortak bir tanıdık aracılığıyla kendisi ile tanışmak ve öğle yemeği yemek istediğimi ilettim. Kırmadı geldi. Nişantaşı’nda Salomanje’de buluştuk. Kezban müthiş sıcak, mesafeli duruşuna karşın müthiş komik biri.

Laf lafı açıp sohbet koyulaşınca, aslında onun sözünü kıvırtmadan söyleyen, yaftalardan, paftalardan hiç mi hiç haz etmeyen, resmi üzerine konuşmaktansa hayattan söz etmeyi seven biri olduğunu gördüm.

Tokyo sergisine gelince, merak nedenim, bu serginin sıradan bir sergi olmaması. Bu, bir ressamın ‘Buralarda çok oyalandım, biraz da uzak diyarlara yelken açayım’ hevesi ile açılmış bir sergi değil.

Önemli.

Daha önce de yazmıştım. 2004 yılı Japonya’da Türk yılı ilan edilmişti.

Bu da nereden çıktı şimdi dediğinizi duyar gibiyim. Biliyorum, doğru dürüst duyurulmadı. Duyurulduğu kadarıyla da öylesine sıradan biçimde duyuruldu ki kimse ne olduğunu anlamadı.

Oysa Japonlar için bu çok önemli. Bir ülkeyi ve o ülkenin kültürünü tanımak amacıyla bir yılı o ülkenin yılı ilan ediyor ve ellerindeki bütün olanakları seferber ediyorlar. Davet edilmek de o kadar kolay değil.

Bizden önce İtalyanlar öylesine başarılı bir tanıtım yapmışlar ki, iki ülke arasındaki ticaret hacmi iki katına çıkmakla kalmamış, İtalya’ya giden Japon sayısı da ikiye katlanmış. Japonların evlerine çağdaş İtalyan ressamlarının tablolarının girdiğinden, lokantalarında İtalyan yemekleri yenildiğinden, moda kurbanı Japonların bin yıllık gözdesi Louis Vuitton’larını atıp kollarına Fendi’leri taktığından söz ediliyor. Dolayısıyla bütün ülkeler sırada.

İşte biz de, artık uzun yıllar çabaladıktan sonra mı, yoksa oradaki bir diplomatımızın kişisel girişimlerinin semeresi mi, bilmiyorum, 2004’ün Türkiye yılı olarak kutlanması şerefine nail olmuşuz.

2002 yılında resmi davet yapılmış ve kendimizi nasıl tanıtacağımız meselesi de bize bırakılmış.

Bütün bunları nereden mi biliyorum? Bu işin başına diplomat bir arkadaşım gelmişti de oradan.

Arkadaşım işi ciddiye aldı. Elbette Kütahya’nın çinileri güzeldi, elbette Eskişehir’in lüle taşından pipoları görülmeye değerdi, kadınlarımızın göz nuru iğne oyalarının Japonları büyüleyeceği su götürmezdi ama ona göre Türkiye her daim yapıldığı gibi el sanatları ile tanıtılamayacak kadar önemli bir ülkeydi.

Üstelik bu iş Ankara’da oturulup kotarılamazdı.

Geldi İstanbul’da bir otele yerleşti ve elindeki listeye olası sponsorların, bilumum kuruluşların, tanıdığı tanımadığı bütün sanatçıların, bilim adamlarının, edebiyatçıların, modacıların adını eklemeye başladı. Baleden, musikiye, sinemadan folklara, Türk mutfağından halıcılığa bizi tanıtacağını düşündüğü her şey ve işinin ehli herkes listede yerini almıştı ki, ortaya bir badem-fasulye kavgası çıktı; demeye kalmadan da arkadaşım görevden alındı. Ya da o görevi bıraktı. Ne fark eder ki?

Sonrası derin bir sessizlik.

Bir iki gazetede bir iki defile haberi, şimdi adını unuttuğum bir pop şarkıcısını alkışlayan Japonların fotoğrafları... O kadar.

KENDİMİ BİR ANDA JAPONYA’DA BULDUM

Vasıf Kortun’un, Gönül Paksoy’un ve Kezban Arca Batıbeki’nin Tokyo yolcuları olduğundan haberdardım. Başka kimler davetliydi? Orada neler yapılıyordu? Japon kardeşlerimiz sergilere, açılışlara gidiyor muydu? Yoksa kendimiz çalıp kendimiz mi oynuyorduk? İki defile Türk kültürünü tanıtmak için yeterli miydi? Yoksa zaten İlhan Mansız’ımızı yollamıştık, fazlasıyla uğraşmaya değmez miydi?

O gün Salomanje’nin kuyruklu masasında otururken ona aklıma takılan bütün soruları sordum.

O anlattı, ben dinledim.

Tokyo’da sergi açması önerilince heyecanlanmış. Kolay değil. Dünyanın öbür ucu. ‘Yolda’ adlı sergisini götürmeye karar vermiş. Yol masraflarını devlet karşılamış. Her şey inceden inceye hesaplanmış, büyük kutular yapılmış, tablolar sigortalanmış, yola çıkılmış.

Daha önce hangi galeride sergi açacağını daha doğrusu galerinin ne menem bir galeri olduğunu ‘iyi bir yerde’ olması dışında tam olarak öğrenememiş. Başına hep en beteri geleceği bilgisini haiz bir Türk sanatçısı olarak da kendini küçük bir galeri fikrine alıştırmış.

Gittiğinde Tokyo’nun merkezinde, bünyesinde Japonya’nın en önemli sanat okullarından birini barındıran devasa bir gökdelenin altındaki devasa bir galeriyle karşılaşınca şaşırmış.

Tablolarını astığı gün, bir tabloyu bir duvara dayar, diğerini alıp oradan oraya taşırken, galeride çalışanların koşuşturup o daha tabloyu yere koymadan altına havlular sermelerini, sergiyi gezmeye gelen Japonların tabloları burunlarını uzatarak incelemelerini, her tablonun karşısında geçirdikleri inanılmaz süreyi, sordukları soruları, eğer kendisi galeride değilse sorularını küçük kağıtlara yazıp bırakmalarını anlatıyor. Anlatırken oynuyor. Öyle iyi oynuyorken kendinizi bir anda Japonya’da buluyorsunuz.

Onunla birlikte, karınca misali aceleci ve sakin Japonların arşınladığı sokaklarda dolaşıyor, dünyanın başka hiçbir yerinde göremeyeceğiniz tarzda giyinen gençlerle karşılaşıyor, pahalılık karşısında şaşırıyor, ilk günler tuttuğunuz hesabı sonraki günler bırakıyor, tanımadığınız bir Japon’un size kaybolmayın diye Kyoto’ya kadar trende eşlik etmesine şaşırıyor, gündüz hayli çirkin Tokyo’nun gece olur olmaz çehresini değiştirerek güzelleşmesi karşısında ağzınız açık bakakalıyor, metro istasyonu ararken karşınıza çıkan tapınakta rahiplerle birlikte mum yakıyorsunuz.

RESİM SATMANIN YASAK OLDUĞU SERGİ

Sergi onun da anlamadığı bir biçimde büyük ilgi görmüş. Ama tek bir tablo bile satamamış. Çünkü satış yasakmış. Bunun nedenini anlayan varsa beri gelsin. Satılır satılmaz, o ayrı konu ama satışı yasaklamak ne demek? Birkaç Japon’un evinde Kezban’ın ya da başka bir Türk ressamının tablosunun olmasının kime ne zararı var.

O gün benimle buluşmaya gelirken sergi kataloğunu da yanında getirmiş.

Yemek yazısını, resim yazısına dönüştürmek gibi niyetim yok ama bir ressamı anlatmak için, biraz da resminden söz etmekte yarar var sanki.

Kataloğun önsözünde Murathan Mungan’ın Kezban’ın resimleri, özellikle de bu sergisi üzerine yazdığı bir yazı var. Murathan orada, anlayan anlar, ‘Kezban Arca Batıbeki, Yolda başlıklı işlerinde, tuval resminin olanaklarına sırt çevirmeden, kavramsal sanatın anlatım araçlarına açılan bir toplam düşünmüş. Tuval üzerinde kumul bir yüzey sağlayan malzemeler kullanmış, tuval üzerine yerleştirdiği oyuncaklar yoluyla bir üst cümle kurmayı amaçlamış’ diyor.

Benim lafım daha kısa.

Kezban’ın resimleri de kendi gibi.

Açık, coşkulu, canlı, pervasız ve Murathan’ın da altını çizdiği gibi mizahi.

Hayatı, dostları, yolculuğu, İstanbul’u, Boğaz’ı, Boğaz’ın Anadolu yakasını seven, hem gülen hem güldüren birinden başka ne beklenir ki?

SALOMANJE

Atiye Sokak’ın yeni gözdelerinden. Hem lokanta hem de gidenlerin rahat koltuklara oturup, Scrabble, dama, satranç oynayabilecekleri, isteyenin günün gazete ve dergisini karıştırıp iri bardaklarda Cafe Latte’sini içeceği bir yer. Arkasında küçük bir bahçesi var. Gelenler genellikle mahalle sakinleri. Dekorasyonu bu işin ustalarından Mahmut Anlar yapmış. Yemekler güzel. Ben o gün Sezo Mantı yedim. İyi pişirilmiş her mantıya bayıldığım gibi ona da bayıldım. Kezban çökelek peynirli, kabaklı gözleme yedi ve çok iyi olduğunu söyledi. Seçenek bol, fiyatlar makul.

Adres: Atiye Sokak. Belkıs Apt. No: 4-2, Teşvikiye.

T: 0212 327 35 77-78
Yazarın Tüm Yazıları