Eski bir arkadaşımı görmüşüm gibi: VICTOR LAZLO

Doğruya doğru. Gazetelerde, dergilerde okuyunca hafiften buruldum. Hani onlarla ilk ben konuşacak, haberi ilk ben duyuracaktım?

Yokluğumu fırsat bilmiş gibi tam da burada olmadığım günlerde gelmişler, üstüne üstlük gazetelerde, dergilerde boy boy fotoğrafları yayımlanmış. O da yetmemiş, iki de televizyon programına katılmışlar.

Oysa bundan iki ay önce Ahmet Tuğsuz telefon edip Victor Lazlo ile Serhat Hacıpaşalıoğlu’nun birlikte şarkı söylediklerini ve Victor, Türkiye’ye gelir gelmez yemeğe çıkmamızı önerdiğinde haber atlatmayı marifet belleyen genç gazeteciler gibi heyecanlanmış, beklemiş, bir süre sonra da gündelik hayatın hay huyu içerisinde Ahmet’i de, Viktor’u da, Serhat’ı da unutup gitmiştim.

Burulmam iki saat sürdü sürmedi, telefon çaldı. Ahmet aradı. Yeniköy’deki Circle Cafe’de öğle yemeği yenmesi kararlaştırıldı.

BİZİM MAHALLENİN CAFESİ

‘Tuhaf haziranın kendini nisan sandığı’ yağmurlu, serin bir öğle vakti Yeniköy’e, Circle’a gittim.

Circle Cafe, bizim mahallenin yeni açılan yerlerinden. Önünden geçerken adını okuduğum, Aleko’ya komşu bir yalı katında ikamet etmekte. Eve iki adım. Bu güne kadar ayak basmamış olmanın hicabını biraz olsun gidermek amacıyla erken davrandım ve burnunu denize dayayan Circle’a, kararlaştırdığımız saatten en az bir saat önce vardım. Niyetim biraz ne yenir ne içilir ona bakmak, biraz etrafı kollamak, biraz da sahibi kimdir, bilgi toplamak. Sahibini merak etme nedenim, hangi çılgın Yeniköy’de, Boğaziçi Ön Görünüm Yasası’nı, mahalle sakinlerinin halet-i ruhiyesini bile bile bir cafe açmaya yeltenmiş, onu görmek. Yeniköy, yaz ayları ve klasik mekanları dışında rağbet edilen bir semt değildir. Semt sakinleri de benim gibi yanı başındaki yere değil uzaktaki yerlere gitmeyi yeğler. Merkeze kaçan kıyı kenar insanları.

Sahibi değil ama sahibesi ile tanıştım: Sevda Ulcay. Ankaralı. Ankara’da editörlük yaparken kardeşlerinin ısrarıyla buraya göç etmiş. Yeniköy’e yerleşmiş ve gözüne bu yalı katını kestirmiş. Gerekli izinlerin alınması zor olmuş, zaman almış. Sonunda ortaya, küçük, şirin, insanın kendini evinde hissettiği bir mekan çıkmış. Yemekler İtalyan ağırlıklı, özenli. Bilumum içkiler ve şarapta sadece Kavaklıdere var.

Ben ilk kez gittiğim için yeni bir yer gibi yazıyorum ama açılalı üç yıl olmuş. Sorsalar bir yıl oldu olmadı derdim, üstüne de yemin ederdim. Zaman dediğin ne ki? İpi kopmuş uçurtma misali.

Deniz kenarına oturmuş yağan yağmurla hüzünlenmeye niyetlenirken Ahmet, Serhat ve Victor’la geldi.

Ahmet Tuğsuz benim yeni yetmelik arkadaşım. Daha doğrusu ben yeni yetme, o delikanlı iken Ankara’da karşılaştık. O günlerin Ankara’sının en civcivli caddesi Tunalı Hilmi’de, bir evin zemin katını kulaklıklar takıp ODTÜ’deki derslerine çalışan Erol ile paylaşırdı. İstanbul’dan gelmişti, yakışıklıydı havalıydı, bol paça pantolonlar giyer, üniversiteye gider, ama en önemlisi gitar çalardı. Blood, Sweat and Tears yıllarıydı.

Ankara’nın boğucu havasına uzun süre dayanamadı, İstanbul’a döndü. Sonraları ancak tatillerde karşılaşır olduk. Onu kah bir kulübün DJ kabininde, kah sokakta, kah ortak arkadaşlarımızın yanında gördüm. Sonra koptuk.

Yıllar sonra karşıma büyük tanıtımlar yapan bir şirket sahibi olarak çıktı. Müzik hayatının hálá orta yerindeydi ama müzisyen olmayı seçmemişti. Kendine müzisyen demiyorsa, müziğe olan saygısındandı. Ona göre müzikle uğraşmak onun dışında bir şey yapmamayı gerektirirdi ki o zamanının büyük bölümünü tanıtım denilen, ayrıntıları insanı öldüren bir işte geçiriyordu. Görüşemediğimiz süre içerisinde şarkı mırıldanmaya devam etmişti. Mırıldandığı şarkıları bestelemiş, kimileri ile Eurovision’a katılmış, üç kez de ödül almıştı.

Viktor Lazlo ile de o yıllarda tanışmış. I987’de Brüksel’de.

Ben de onunla o yıllarda tanışmıştım. Kendisiyle değil elbette. Şarkılarıyla.

TANIŞTIRAN PEPE’YDİ

Pepe, adını duyup şarkılarını dinleyemediğimiz, piyasada bulunmayan plakları bir yerlerden bulup getirtir, beş çalışta dolanan kasetlere doldurup satardı. Her ay ona uğrayıp yeni ne çıkmış diye bakardım. Bir seferinde seveceğimden emin, elime üzerinde Viktor Lazlo yazan bir kaset tutuşturdu. Ne fotoğraf ne bir açıklama. Sadece Pepe’nin el yazısıyla iri iri yazılmış bir Viktor Lazlo.

Eve dönene, daha doğrusu sıra o kasete gelip de dinleyene kadar Viktor’u erkek sandım. Bir kez dinleyince de bir daha bırakamadım. O kaset üç gün sonunda bozuldu. Pepe’den bir tane daha aldım. Belki bir tane daha. Sonra yurtdışına gidenlere ısmarladım. Koca bir kış, Kuzguncuk’taki evde onun buğulu sesi yankılandı durdu.

Geçen gün eski bir arkadaşımı gördüğüm duygusuna kapılmam bundan.

Sesi kadar güzel. Güzel olduğu kadar akıllı. Akıllı olduğu kadar alçakgönüllü. Ünlülere musallat olan kibirden nasiplenmemiş, şarkı söylemeyi seven, kadın gibi bir kadın.

Brüksel’de büyümüş. Orada üniversiteye gitmiş. Orada şarkı söylemeye başlamış. Orada gece kulüplerinde çalışmış. Chantall Thomas ona orada iş teklif etmiş. Para kazanma zaruretine Paris’e gitmenin cazibesi de eklenince teklifi ikiletmemiş. Ama mankenlik hayatını sevmemiş. Bir yıl dayanabilmiş. Gene bir gün gene küçük bir gece kulübünde şarkı söylerken hálá birlikte çalıştığı yapımcı tarafından keşfedilmiş.

Ona ünlü olmanın, rahat rahat sokaklarda yürüyememenin ne demek olduğunu sorduğumda şaşırdı. Kendini bir gün bile ünlü bir insan olarak görmediğini söyledi. Bakışlara gelince onlara alışığım diyor. Brüksel dışında küçük bir yerleşim yerinde geçen çocukluğundan beri bu böyleymiş. Orada yaşayan tek melez aile kendisininkiymiş. İnsanlar dönüp bakarmış. Ama bakışlarında hor görme olmazmış. O da gel zaman git zaman bakılmaya alışmış.

Türkiye’ye tutkun.

TESADÜFEN İKİLİ

Serhat Hacıpaşalıoğlu’na gelince onu herkes gibi ben de Riziko yıllarından tanıyorum. TRT’nin eli yüzü düzgün, kaliteli yarışma programından. Program yayından kaldırıldıktan sonra bir yerlerde şarkı söylemek istediğini okumuş, açıkçası, şaşırmıştım. Neden bilmem bu güzel Türkçe konuşan adama şarkı söylemeyi yakıştıramamıştım. Şarkıcılık ondan bir şeyler götürecek duygusuna kapılmıştım. Yanılmışım.

O gün anlattı: Alman Liseli. TRT’de Riziko, 1000 program kadar sürmüş. Yaptığı işe tutkun mutlu mesut yaşarken, tam da Yılın Yarışma Programı ve Sunucusu ödüllerini aldığı günün ertesinde işine son verilmiş. Nedeni, üst yönetim değişikliği. Afallamış, alt üst olmuş. Türkiye’de başarının kösteklendiğini o günlerde anlamış. Şarkı söylemeyi severmiş. Bir deneme yapmış. Ama mükemmeliyetçi ruhu ona bu işin mutfağında pişmeden sahnelere düşmenin yanlış olacağını fısıldamış. O da gitmiş, sektörün her alanında, o alanın başarılı isimleriyle çalışmış. Müzik dünyasının girdisini çıktısını öğrenmiş.

Ahmet’i tanırmış.

Viktor’a hayranmış.

Geçen yıl Viktor büyük bir holdingin ellinci yıl kutlamaları için Türkiye’ye geldiğinde karşılaşmışlar. O geceye davetli olan genç bir tenorla Viktor’un birlikte şarkı söyleme niyetleri repertuarların birbirini tutmaması nedeniyle gerçekleşmeyince devreye Serhat girmiş ve gece birlikte bir şarkı yapılması kararıyla bitmiş. Sonrası uzun bir koşuşturmaca. Ahmet bestelemiş, beste Viktor’un yapımcısına ve menajerine gönderilmiş, sözler yazılmış, oldu denmiş, Paris’in yolu tutulmuş, Viktor okumuş, alt yapıya sıra geldiğinde pusula Brüksel’i göstermiş ve ayrı coğrafyalarda yaşayan iki insan ayrı coğrafyalarda yaşamanın bütün zorluklarına rağmen birlikte şarkı söylemiş.

Adına Tango Deguise demişler. Bu Fransızca’sı.

Bir de Total Disguise. Bu da İngilizce’si.

Şarkıya gelince, onu anlatmam yersiz.

Nasıl olsa bu yaz bol bol dinleyeceksiniz.

Bir de konusu bende saklı, sıkı bir klip izleyeceksiniz.
Yazarın Tüm Yazıları