Eski ve bohem Asmalımescit’in yeni mekanı

Sonunda Flamm’a gidebildim.

Asmalımescit, Sofyalı Sokak numara 15’te, bir yıllık yenileme çalışmasının ardından 1 Nisan’da kapılarını açan Flamm’a.

Sahibi İrfan Kuriş eski arkadaşım. Binayı onaran mimar Bülent Güngör de öyle.

Bir yıl kadar önce, İrfan bir sonraki projelerinden birinin Asmalımescit’te lokanta açmak olduğunu söylediğinde şaşırmıştım.

Ne de olsa, ne kadar değiştiği de söylense Beyoğlu, özellikle de Asmalımescit sanatçıların uğrak yeri olan meyhanelerin semtiydi. Yılların Yakup’u oradaydı, Refik oradaydı. Ressamlar sergi açılışlarını orada kutlar, yazarlar kitaplarının ilk nüshasını orada ıslatırlardı.

İrili ufaklı galerileri, terebentin kokulu atölyeleri, sabah saatlerinde mahmur gözlü tek tük müşterinin acı kahve içip, gazete karıştırdığı kuytu kahveleri, açıl susam açıl antikacıları ile Asmalımescit nereden bakarsanız bakın bohem bir semtti.

Elbette artık Fikret Adil’in anlattığı, yedi düvelden bin çeşit insana olmayacak hayaller kurdurtan semt olmaktan çıkmıştı. Elbette Beyaz Ruslar tarihe karışmıştı. Ama Asmalımescit gene de Asmalımescit kalmıştı...

Evet, Babylon’un açılması ve birbirinden güzel konserlere ev sahipliği yapması, sokağın caddeye kavuşan köşesindeki Lokanta’nın varlığı, iki adım ötedeki Markiz’in sonunda derin uykusundan uyanması son yıllarda semte yeni bir çehre kazandırmıştı ama ne derseniz deyin, ister sabahın seherinde ister gecenin zifirinde gidin, orası, benim için hálá İstanbul bohem hayatının merkeziydi.

İrfan’a gelince, İrfan çok şeydi de, bohem değildi. Nasıl bir yer açacaktı ve kimleri ağırlayacaktı? Müşterisi kim olacaktı?

Merakla beklemeye başladım. Beklediğime de değmiş. Kaygılarım yersizmiş.

İrfan’ın hiçbir şeyi parmağının ucuyla tutmayacağını, inanmadığı, gönül yatırmadığı hiçbir işe kalkışmayacağını, son yıllarda pek moda olduğu gibi ‘sezonluk’ bir yer açıp ertesi yıl kapatmayacağını, başaracağına inanmadığı hiçbir işin altına da imza atmayacağını bilmeliydim.

Flamm hem semtin bütün özelliğini yansıtan hem de alabildiğine farklı bir mekan.

İstiklal Caddesi’ne doğru kıvrılarak giden Sofyalı sokağa girdiğinizde, önünde iri saksılar içinde büyük yeşilliklerin dizili olduğu iyi aydınlatılmış bir bina görüyorsunuz. Aşınmış mermer merdivenin iki basamağını çıktıktan sonra da Flamm’a giriyorsunuz. Solda bar var. Bir de beyaz keten örtülerin serildiği ferah masalar. Masalarda gereksiz hiçbir ayrıntı yok. Beyaz porselen tabaklar, keten peçeteler, minicik cam vazonun içinde boynu bükük birkaç papatya. Sıvası kazınmış tuğla duvarlar olduğu gibi bırakılmış, sokağın dokusunu içeri taşıyan ama insanı gelen geçenlerin bakışlarına maruz bırakmayan iki büyük pencere açılmış. İki pencere arasına da bana Bernard Buffet’nin tablolarını çağrıştıran kocaman bir resim asılmış. Hepsi bu. Bu kadar. Ama şeytan ayrıntıda gizlidir derler ya, Flamm’da da her ayrıntı belli ki inceden inceye düşünülmüş. Elinize aldığınız mönünün basıldığı kağıttan, içtiğiniz şaraba, geride çalan müziğe kadar her şey güzel... Ve yediğiniz yemek tek kelimeyle mükemmel.

Gittiğimde İrfan’la Bülent bara oturmuş şaraplarını içiyorlardı. İkisi de Bodrum’dan yeni dönmüş. İkisi de Bodrum yanığı. İkisi de beyaz saçlı. Beyaz gömleklerinin içinde ikisi de tiril, ikisi de tirendaz. İkisi de mükemmeliyetçi. İkisi de inatçı. İkisi de başarılı. İkisi de şu, ikisi de bu. Daha yığınla ortak özelliklerini sayabilirim ama bana sorarsanız onlar, benzer niteliklerinden ötürü bir araya gelmiş, ama birbirine zerre kadar benzemeyen iki adam. Birbirinin zıddı, biri sanki diğerinin Arap’ı.

AMERİKA’DAN TRABZON’A

Bülent mimar. Hem de iyi bir mimar.

Babasının işi nedeniyle ilk ve orta öğrenimini Belçika’da yapmış. Üniversite çağı gelince de bir Amerikan üniversitesinden burs almış. Ama gel gör ki, istediğin kadar burslu ol, orada yaşamak için ayrıca para da gerek. Yoksa yok. Tek çare, o güne kadar hiç okumadığı müfredattan müteşekkil Türkiye’deki sınavlara girmek. O da öyle yapmış ve Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin Mimari Bölümü’nü kazanmış. Uzun saçlarını savura savura Trabzon’a yollanmış. Oradaki yıllarını hayatını biçimleyen yıllar olarak hatırlıyor. Amerikalı hocalarından çok şey öğrendiğini söylüyor. ODTÜ’de master, İTÜ’de doktora, arada vefa borcu nedeniyle döndüğü ve bir süre öğretim üyeliği yaptığı KTÜ. Bugün bile orada öğrencilerini alıp gittiği Sümela Manastırı’nı, her karışını arşınladığı Karadeniz yaylalarını anlatırken gözlerinin içi gülüyor.

Son duraksa İstanbul.

Onu tanıdığımda, İstanbul’da girmediği saray, yenilemediği tarihi eser yok gibiydi. Uzmanlık alanın restorasyon olursa, çalıştığın yerler de saraylar olur.

Bir süre sonra kendi şirketini kurdu ve sessiz sedasız, gürültüsüz patırtısız, bire bin katmadan, cümle aleme yaymadan, kasım kasım kasılmadan, dökülüp saçılmadan, saymakla bitmeyecek iyi işler yaptı.

En büyük iyiliklerinden biri de Nişantaşı’ndaki ofisini bir süre benimle paylaşmaktı.

PİRE UĞRUNA YORGAN YAKAR

İrfan’a gelince İrfan mimar değil ama mimardan beter. Mimari bir düş kurma sanatı ise, düşlerinin sınırı olmayan, uygulama becerisi herkese nal toplatan, yapı malzemelerini tanımakta eline su dökülmeyen, sabırla kuyu kazmaksa, Eyyub sabrına sahip biri: Doğru zamanda doğru işler yapan, doğru insanları seçip onlarla çalışan.

Mudo ile birlikte Türkiye’ye konfeksiyonu sokmuş bu işin en büyük ve en önemli markalarından biri olmuş. Deli gibi çalıştığı, Gülbün’ün de çocukların da yüzünü görmeden, gecesini gündüzüne katarak zirveye taşıdığı işini, günlerden bir gün bir poğaça lafından ötürü kapatmış. Çalışanlardan birinin anlamsız sitemi Bomonti’deki fabrikanın ve İrfan’ın tekstil hayatının sonu olmuş. Ne de olsa Rizeli. Pire uğruna yorgan yakmış. Bir an olsun dönüp arkasına bakmamış.

Ben onu tanıdığımda, ortağıyla birlikte Glob’u açmış, o güne kadar Türkiye’nin görmediği yapı malzemelerini satıyordu. Ama oradan alıp, burada satmak İrfan’a azdı, yetmiyordu. Yıllarca imalat ile uğraşmıştı. Ona göre yorulmadan, terlemeden, neyi nasıl yapacağını enine boyuna düşünmeden yapılan iş, iş değildi. Yoktan var etmek, risk alıp titremek gerekiyordu. Sattığı mallardan daha iyisini üretemiyorsa, satmasın daha iyiydi.

Bir süre sonra Bodrum’a gitti. Orada yatırım yaptığını duyduk. Vakitleri de mecalleri de olmadığı, aradıkları evleri de hazır bulup satın alamadıkları için Bodrum’a yerleşmeyen arkadaşlarına ev yapmaya başladı. Sonra Maki Otel’i açtı. Ve böylelikle işletme işine de bulaştı. İşin inceliklerini kavradı.

Başarısını, sahibi olduğu her yerde, hoşuna gitmeyen, sevmediği öğeye yer vermemekle açıklıyor.

Bir de her zaman olduğu gibi, delicesine çalışıyor. Zamana karşı yarışıyor.

İşte Flamm, böyle titiz bir adamın açtığı, harika yemek yenilen bir mekan.


FLAMM / Tel: 0212 245 76 04 - 05

Rezervasyon yaptırmakta fayda var.

Fiyatlar kişi başı 40-50 milyon civarı.
Yazarın Tüm Yazıları