Müslüman mahallesinde salyangoz satma yürekliliğini gösteren gurmeler

Telefonda adının Erdal Ilıcalı olduğunu söyleyen tok sesli adam Viyana’dan arayıp yakında Türkiye’de satışa sunacakları şaraplarının tanıtım gezisine katılıp katılamayacağımı sorduğunda duraksadım.

İçimden bir ses hadi git diyordu. İkinci bir ses ise, dur otur. Bugüne dek aklının sesini bir kez olsun dinlememiş biri olarak ‘Geliyorum’ dedim. Çağrıldığınız yere kimlerin geldiğini sormanın günahların en büyüğü olduğu öğretilmiş biri olarak da üç günlük yolculuğa kimlerle çıkacağımı sorup öğrenemedim. Havaalanında karşımda yeme içme sanatının bütün usta kalemlerini gördüğümde, dondum kaldım. Gitmek kolay da bu işin bir de dönüşü var. Oturup yazması var. Unutmayın ki Tempranillo ile Garnacha üzümlerinin farkını bir bakışta anlayan insanlarla birlikteyim.

Ali Sirmen ile çok ortak dostumuz ve bir İzmir gezimiz var.

Ali Esat Göksel ile uzaktan bir merhabamız.

Diğerlerini, Mehmet Yaşin’i ve Mehmet Yalçın’ı elbette tanıyorum ama tanışmıyorum. Kenan Erçetingöz’ün kim olduğunu biliyorum ve korkuyorum.

Gazeteciler bu kadar.

Geziye Pegasus şirketinin Türkiye çalışanları, Erdal Ilıcalı’nın buradaki ortakları da katılıyor. Onlar arasında da benim kırk yıllık arkadaşım Bülent Ronay var.

Bülent’i her görüşümde içimde güller açar ama bu kez içim gerçekten gülistan.

Erdal Ilıcalı Madrid’de bekliyor. İnecek ve otobüsle yolumuza devam edeceğiz. Burgos şehri civarında şarap tadacak, bağları gezecek, yemek yiyeceğiz. İlk gün programı bu. Ertesi gün de benzer bir program beklemekte. Gene otobüs, gene bağlar, gene tadımlar.

Kağıt üzerinde bu kadar masum duran satırların hayata geçince ne kadar baştan çıkarıcı olduğunu sonra anlayacağım. Şimdilik Madrid yolundayız ve yolculardan birinin rahatsızlanmasından ötürü bir saat uçakta beklemenin sıkıntısını káh okuyarak káh konuşarak atmaya çalışıyoruz. Yanımda Mehmet Yalçın’ın A’dan Z’ye Şarap adlı kitabı var. Evden çıkmadan çantama atmışım. Karıştırıyorum. İki koltuk önümde oturan Mehmet’e sorsam da olur ama bu soruları şarap tadımlarına saklıyorum. Bir de minicik kağıtlara incecik el yazısıyla aldığı notları ele geçirirsem tamam. Bu iş buraya kadar diyor, rahatlıyorum.

Kitapta İspanya’nın dünyanın üçüncü büyük bağ ülkesi olduğu ve şarap üretiminde dünya üçüncüsü olduğu yazıyor. Ancak İspanya çok uzun yıllar bir ucuz şarap deposu olarak bilinmiş. Ürettiği şaraplar genellikle ülke içinde tüketilmiş. İhraç ettiklerini ise gülünç fiyatlara fıçılarla ihraç etmiş. İspanya AB’ye girdikten ve tarım reformu yapıldıktan sonra ülkede kaliteli şarap üretimi başlamış ve şişeli ihracata geçilmiş. Bugün, bütün uluslararası şarap uzmanlarının hemfikir oldukları nokta, yüzyıllardır bağcılık ve şarapçılıkla uğraşan İspanyolların geleneklerine ters düşme pahasına yaptıkları yeni şarapların dünya şaraplarının gelecekteki yıldızları olacağı imiş. İspanya’nın güneyi tatlı ve alkol eklenerek kuvvetlendirilmiş şaraplarıyla ünlü iken bizim gittiğimiz kuzey yapımlarında ağırlıklı olarak yerel Tempranillo ve Granacha üzümlerinin kullanıldığı Rioja’ları ile ünlüymüş. Rioja’lar konsantre olmayan, ‘gevşek’, uzun süre meşe fıçılarda bekletildikleri için vanilya tadının ön plana geçtiği hafif içimli şaraplarmış. Yolculuğumuzun ilk durağı Madrid’in kuzeyindeki Ribera del Duero’ya gelince, orası kuvvetli kırmızıların diyarıymış. Ve İspanya’nın en ünlü kırmızı şarabı, gerçek bir efsane olan Vega Sicilia’nın da vatanıymış.

BEYAZ SAÇLI DEVİN HEDEFİ YILDA 1 MİLYON LİTRE

Madrid Havaalanı’nda Erdal Ilıcalı yolculuğumuz boyunca bize eşlik edecek Ervigio Adnan Ruiz’le bekliyordu. İlk görüşte mihmandarımız sandığım sonra Altanza şaraplarının sahibi olan ailenin damadı ve ihracat müdürü olduğunu öğrendiğim, Ervigio ile.

Telefonda işittiğim tok sesin cılız bir adamdan çıkmayacağı belliydi. Erdal Ilıcalı da uzun boylu olmayan, beyaz saçlı bir dev. Bakar bakmaz yemeği içmeyi, gülmeyi eğlenmeyi sevdiğini anlıyorsunuz. Tuttuğu eli kavrayan, insanın gözünün içine bakan, diyeceğini çevirmeden söyleyen bir adam. 70’li yılların başında Viyana’ya gitmiş. Çok geçmeden ilk basamağından başladığı işin patronu olmuş, koca bir turizm imparatorluğu kurmuş Pegasus’un sahibi. Yemeğe içmeye düşkünlüğünü anlamak için göbeğine bakmak yeterli. Bu yeme içme düşkünlüğü ona hobisini işi haline dönüştürmek fikrini vermiş. Önce Tuna kıyılarında bir lokanta açmış, sonra onu tanıyan herkesin toplu muhalefetine karşın şarap dağıtım şirketi kurmuş. Kimse şarap diyarı Avusturya’da neden şarap işine girdiğini anlayamamış. O aldırmamış. Tadıp beğendiği dünya şaraplarını getirip Avusturya’da satmış. Gene toplu muhalefete ve Türkiye’deki bürokrasinin zorluğunu söyleyenlere kulaklarını tıkayıp Türk pazarına girmeye karar vermiş, hedefini de yılda bir milyon litre satmak olarak belirlemiş.

Dolu dolu gülüp ellerimizi sıkıyor.

Ve birbirini pek de iyi tanımayan kafilemizin içinde bulunduğu çekingen hava bir anda dağılıyor. İspanya’ya, şarap diyarına hoş geldik!

Şimdi ver elini Ribero del Duera.

RIOJA’DAKİ DEV ŞARAP FABRİKASI

İlk durağımız Fournier-Gil ailesinin yıllar önce Arjantin’de And dağları eteklerinde kurduğu, sonra Ribero del Duera’da da aldıkları bağlarda ürettikleri şarapları tadacağımız Bodega. Altmış yıllık bağların kalın gövdeli omacaları ile yeni dikilen asmaların cılız gövdelerinin göz alabildiğine uzandığı topraklardayız. Deli bir rüzgar esiyor. Bağ gezme işini mecburen kısa kesip masaların başına, her birimizin önünde on küsur bardağın dizili durduğu yerlerimize geçiyoruz. Urban’ları, A Crux’leri, B Crux’leri tadıyoruz. Mehmet Yalçın her zamanki gibi haklı. Bunlar, kuvvetli, tanenli şaraplar. Yemek yanında içilmekten çok, tek başına içilecek kırmızılar. Tadım işini müthiş bir yemek izliyor. Herkes uzun süredir böyle bir tandır yemediğini söylüyor.

Ertesi sabah yolculuk İspanyolların göz bebeği şarapların diyarına. Rioja’ya. İlk durağımız da Ervigio’nun karısının ailesine ait yaklaşık üç yüz milyon euroluk bir yatırımla kurulan şarap fabrikası. Ömrümde görmediğim kadar temiz ve modern fabrikayı geziyoruz. Binlerce şişenin uygun sıcaklıkta ve uygun ışıkta depolandığı devasa hangarlarda çıkmayan fotoğraflar çektiriyoruz. Henüz öğle yemeğinin ağırlığını atamamışız ama fark etmez. Gene bardaklar gene şişeler. Bu kez Lealtanza şaraplarını tadacağız. Ve belli ki Grande Reserva’sının tadını unutamayacağız. Ve tadım işini gene mükellef bir yemek izleyecek.

Sonraki gün pusula daha kuzeyi, Navarra bölgesini gösterecek.

Orada kaldığımız sürece bu böyle devam edecek.

Etti de.

Güzel şaraplar içtik, leziz yemekler yedik ama gezinin en güzel yanı Erdal Ilıcalı ve arkadaşlarıyla, Müslüman mahallesinde salyangoz satma yürekliliğini gösteren bu insanlarla tanışmak oldu.

Daha ne istenir?

Şarapların bir an önce Türkiye’ye gelmesi, içilmesi dilenir.

Bir de onlara yürekten ‘Kolay gelsin’ denir.
Yazarın Tüm Yazıları