Salı atışmaları- İmralı süreci- Paris cinayeti

Salı günleri siyasi parti liderlerinin birbirleriyle atışma ve “kavgada bile söylenmeyecek” diye nitelenen sözleri birbirlerine karşı fütursuzca sarfetme günleri.

Haberin Devamı

Salı günleri, başbakanı ve siyasi parti liderlerini dinleyenler, Türkiye halkını sağduyusundan, sinirlerine hakim olmasından, seciyesinden, her türlü sağlam hasletinden ötürü tebrik edebilirler. Zira, bunca zamandır salı günleri siyasi parti liderlerinin söylediklerini bu halk izlese, Türkiye’de önü alınamaz bir kanlı iç savaşın hüküm sürmesi gerekirdi.
Oysa, durum böyle değil. Türkiye halkı zaten bu nedenle tebriki hak ediyor.
Durum böyle değil ama salı konuşmalarının içeriği ve uslubu siyasi gündemi olumlu ya da –çok kez- olumsuz etkileyebiliyor. Örneğin, dün Başbakan Tayyip Erdoğan, pek de gerekli olmayan bir şekilde DTK Başkanı Ahmet Türk’e, İmralı’da yaptığı görüşme sonrası, Diyarbakır’da cenaze törenindeki konuşmasından ötürü yüklendi. Ahmet Türk, Başbakan’a cevap vermekte gecikmedi.
BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ı ise, Diyarbakır konuşmasındaki “barış dili”nden ötürü kutlamış, “İmralı süreci”nde olumlu rol oynama yeteneğini ortaya koymasından ötürü övmüştük. Selahattin Demirtaş’ın, Ankara tarafından kendisine “Kürt sorununun bilge adamı” muamelesi yapılmak istenen Ahmet Türk’e eklenerek İmralı’ya gönderilmesi beklentisi çok güçlenmişti.
Selahattin Demirtaş’ın Ahmet Türk’e eklenerek İmralı’ya gitmesi, “süreci ayakta tutmak”tan öteye güçlü bir “ivme” kazandıracaktı.
Şimdi, dünkü “salı polemiği”nden sonra bu ihtimal bir nebze zayıfladı mı?
Olabilir. Normalde öyle olması gerekir. Bu konuda tek –ve belki de en önemli güvence- artık birçok insanda, “Başbakan’ın ne dediğine değil, ne yaptığına bakın” duygusunun uyanmış olmasıdır.
Yani, Başbakan’ın sözlerine takılmadan, yaptıklarına  veya yapma eğiliminde olduğu düşünülen “şeyler”e yoğunlaşmak ve Başbakan ile polemiğe girişmek yerine, onu “iyi şeyler”e teşvik etmekte yarar var.
Başbakan’ın söylediklerine takılırsanız, bir milim yol alabilmem mümkün olmaz. Örneğin, Başbakan “Kürt sorunu diye bir şey tanımıyorum” demiş olan birisi. Ona göre, “Kürt kardeşlerinin sorunları var”; tıpkı “Gürcü, Boşnak, Laz, Yörük, vs. kardeşleri”nin sorunları gibi...
Tüm dünya ve tarih, “Kürt sorunu”nu tanır, bilir ve bu başlık üzerine onbinlerce sayfa tutan yüzlerce, binlerce kitap ve rapor yazılır, yıllardır, günlerce saat tutacak konferanslar, sempozyumlar, seminerler, paneller düzenlenirken, Başbakan’ın tek bir cümlesine takılsak ve bunu esas alsak, yapacak şey kalmaz.
Başbakan, idam cezasını geri getirmekten söz ettikten iki hafta sonra, İmralı ile görüşmelerin olduğunu ve “ucunda ışık göründüğünü” söylemişti. O nedenle, söylenenden, söylediğinden çok; yapmaya niyetlendiğine odaklanmak daha hayırlı olacak.
Bununla birlikte, herkesin şu kırılgan süreçte sözlerine dikkat etmesi ve söylemini de –eğer gerçekten çözüm aranacaksa- ona göre ayarlaması da şart.
Söylem, eğer “diyalog” sakatlayıcı, en azından geciktirici bir işlev görürse –dünkü salı polemiği gibi- bundan tüm “süreç” olumsuz olarak etkilenecektir. “Süreç”in olumsuz etkisinin Türkiye’ye nasıl bir fiyat ödettiği, son bir buçuk yılın kanlı tablosuyla ortadadır.
Aynı “hayat ritmi”ne geri dönersek, Ortadoğu’daki gelişmelerle birleştiğinde, Türkiye’de 2013’ü ve 2014’ü “selametle” çıkartmak çok güç olabilir.
Bunun yeterince işareti ve sürecin raydan çıkma ihtimali mevcut.
Sürecin kırılganlığından söz ederken, “ince buz üzerinde halay çekmek”ten söz etmiştik. Paris’te meydana gelen suikast, “buzun kırılabileceği”nin çok erken bir habercisiydi.
Önceki gün, Fransız polisi, bazı iktidar çevrelerinden ortaya atılmış olan “örgüt içi infaz” iddialarını besleyecek bir “fail”i ortaya çıkarttı ve o kişi tutuklandı. Murat Karayılan, bugüne dek görülmemiş bir süratle tepki verdi ve ilginç bir açıklama yaptı. Açıklamasının şu bölümü üzerinde durulmaya değer:
“... Biraz önce basında soruşturmayı yürüten Fransız savcının soruşturma hakkında yaptığı açıklamayı dinledik. Olayla ilgili olarak gözaltına alınan iki kişiden birisi olan Ömer Güney adındaki kişiden şüphelendikleri ve tutuklanmak üzere mahkemeye göndereceklerini açıkladılar. Sivas-Şarkışlalı olan bu kişi hakkında savcı bilgi verirken 2 yıldan beri PKK üyesi olduğunu belirtiyor. Öncelikle bu, çok baştan savma bir söz ve tespittir. Bir kişi PKK’ye 2 yılda öyle kolay kolay üye olamaz. PKK’nin Avrupa’da bu tarzda bir üye alma durumu yoktur. Bu bilgi yanlış bir bilgidir. Biz böyle bir kişiyi tanımıyoruz. Avrupa’daki yönetimimiz de tanımıyor... Eğer PKK sempatizanı sayılamayacak bir kişiye ‘üyedir’ demek çok yanlıştır. Eğer kendisi böyle yanlış bir bilgi vermişse, o zaman kasıtlıdır ve daha fazla üzerinde durmak gerekmektedir... Askeri eğitim görmeyen bir kişinin bu kadar profesyonelce bir cinayet işlemesi mümkün değildir. Bu durumda ya söz konusu kişi oldukça eğitilmiş bir kişidir ya da cinayete katılan başka profesyonel kişiler vardır.  Bu nedenle üzerinde iyi durmak ve olayın tüm boyutlarını açığa çıkartmak büyük önem taşımaktadır...”
Mantıklı değil mi?
Paris cinayetini işittiğim anda kafamdaki iki ihtimali bir anda silip atmıştım: “1) Derin devlet işidir; 2) Örgüt içi infazdır.”
Bunlar işin çok kolayına kaçmak gibi görünüyordu. Yine de öyle. Bir “üçüncü ihtimal” üzerinde düşünmekte yarar var.
Ama, eğer Paris cinayetinin “süreci sabote etme” hedefi taşıdığında birleşiliyorsa, “dili ve uslubu” da ona göre ayarlamak şart. “İmralı süreci”nin başarısızlıkla sonuçlanması ihtimali, bu ülkeye daha fazla kan ve gözyaşından başka bir şey getirmeyecek.
Sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasına yol açmış olanların “siyasi cezası” da çok ağır olacak.

 

Yazarın Tüm Yazıları