Şarap gezisi demek, uykudan arta kalan tüm zamanı bağ gezip şarap tadarak geçirmek demek

Hayatımın ikinci şarap gezisinden döndüm.

Şarap gezisi de ne demek ola dediğinizi duyar gibiyim.

Şarap gezisi demek, uyumadığınız süre boyunca, yani günde yaklaşık on dört saat kadar bağ gezerek ve şarap tadarak yapılan geziler demek.

İlki bundan iki yıl önce Fransız bir arkadaşımla Chinon ve Jura Bölgelerine yaptığımız geziydi. Paris’ten arabaya atladığımız gibi Loire bölgesindeki şatoları geze geze Chinon’a gitmiş, büyük bağların arasında heybetle yükselen bir ortaçağ şatosunda konaklamış, bağların ve şatonun sahipleri tarafından o kadar iyi ağırlanmış, bu avarelikten o kadar hoşlanmıştık ki, o bağ senin bu şato benim Jura’lara kadar uzanmış, ikinci haftanın sonunda da şarap içmekten kızarmış yanaklar ve kıpkırmızı bir burunla Paris’e dönmüştük. Claudine’in eski neşesine kavuşmasını kutluyorduk.

İÇTİK İÇTİK İÇTİK YETMEDİ YEDİK

Geçen hafta ise Türkiye’nin ünlü seyyahları ve gurmeleri ile İspanya’ya davet edildim. Bu yolculuğun nedenine gelince; Pegasus firmasının gelecek ay Türkiye’ye getirip satmaya başlayacağı şarapların İspanya ayağını tanımak.

Yılda bir milyon litreden fazla şarap ithalatına hazırlanan firma, Türk pazarına önce İspanyol şarapları ile girmeye karar vermiş ve satışa sunulacak şarapları basına tanıtmak için bu geziyi düzenlemiş. Ali Esat Göksel’in, Mehmet Yaşin’in, Ali Sirmen’in, gerçek bir şarap uzmanı olduğunu bir kez daha gördüğüm Mehmet Yalçın’ın yanına da, magazinin kanlı kalemi Kenan Erçetingöz ile kafilenin kırmızı gülü bendenizi eklemiş.

Madrid’in kuzeyine, güçlü kırmızı şarapların vatanı Ribera del Duero’ya, İspanya’nın göz ağrısı Rioja’ya ve Navarra’ya gittik.

İçtik içtik içtik içtik içtik içtik içtik...

Yetmedi, yedik yedik yedik yedik yedik...

Yediğin içtiğin senin olsun, sen bize gördüklerini anlat derseniz, yapamam.

Birincisi yediğimi içtiğimi yazmam için çağrıldım, ikincisi yemekten ve içmekten başka bir şey yapmadık. Sabah mükellef kahvaltılardan sonra otobüse bindik, bir bağda durup şarap tattık, biraz daha yol alıp üç saat sürecek öğle yemeklerine oturduk, gene otobüse doluşup ikinci bağa gittik, gene şarap tattık. Otele dönüp elimizi yüzümüzü yıkadık, fırlayıp bu kez beş saat sürecek akşam yemeklerine katıldık.

Pamplona gezinin son durağıydı. Hani her yıl temmuz ayında, haberlerde, boynuna kırmızı fular bağlayıp kızgın boğaların önünde koşuştururken en az birkaç Amerikalının telef olduğunu öğrendiğimiz şehir. Hani Ernest Hemingway’in Plaza del Castillone’ye bakan La Perla Oteli’ne yerleşip, ‘Güneş de Doğar’ı yazdığı şehir. Hani Ava Gardner’ın kitabın filmi çekilirken kimbilir hangi gönül yarasını ünlü bir matadorun kollarında unutmaya çalıştığı şehir.

Oradan Madrid’e döndük. Ve ayrıldık.

Geziyle ilgili yazıyı gelecek hafta yazacağım. Önemli iki nedenim var: Tattığımız şarapların adları, sanları, yapım yıllarıyla ilgili bilgiler bavulda. Henüz döndüm ve bavulu açacak zamanım bile olmadı. Ama gerçek neden, kopya çekmek istememem. Yazmasına, gezinin gezi tarafını yazarım da, iş şaraplar üzerine ahkam kesmeye gelince duraklarım. Bakalım Mehmet Yalçın ne yazacak, Mehmet Yaşin ne diyecek? Ali Sirmen hangi şarabı övecek? Ancak biraz ondan esinlenir biraz bundan etkilenirsem gözümü karartır ve şaraplar üzerine bir iki laf edebilirim.

DELİ GENÇLİĞİMİN TANIĞI CAFER

Kafile Madrid’den İstanbul’a döndü. Ben iki gün daha kaldım.

Bahane bol. Hem gerçekten yapmam gereken bir işim var, hem de Cafer’i göreceğim. Otuz yıldır Madrid’i mesken tutan en eski arkadaşlarımdan birini: Cafer Koçtürk’ü. Deli gençliğin tanığı, zor günlerin yoldaşı, hep olan, hep duran, değişmeyen arkadaşımı. İspanya sınırları içinde olduğumu bildiği an, ne dersem diyeyim, iş yolculuğuydu, zaman yoktu laflarına kanmaz, onu görmeden dönmemi anlamaz. Ben de öyle yaptım. Madrid’deki iki günü Cafer’e ayırdım.

Onunla Madrid’de ne yapacağımız bellidir. Önce hoş beş eder, birbirimize görüşemediğimiz süre içinde hayatımızdaki değişikliklerin kısa özetini veririz. Eskiden özet faslı uzun sürerdi. Son yıllarda iki dakikaya indi. Sonra yemeğe çıkarız. Her zaman aynı cevabı aldığı halde ne yemek istediğimi sorar. Galiçya mutfağı mı, Asturias mı? Yüzüne dik dik bakınca soruyu Türkçe’ye çevirir. Peki, et mi, balık mı? Cevabım aynıdır. Madrid’de önce koltuk altı meyhanelerine gidip tapas yemek isterim. Yeterince yer gezdikten, yeterince şarap içtikten sonra da son yolluk için Cafe Guijon’a uğramak.

Öyle de yaparız.

Özellikle de ilk gün.

Ertesi gün program değişir. Yeni keşfettiği bir şefin lokantasına gidilir. Daracık sokaklarda bir mahzene inilir. Ücra bir barda Xeres içilir. Palace Oteli’nin dev lobisinde piyanosunu tıngırdatan piyaniste şampanya gönderilir, tercihen adamın repertuvarında olmayan tek şarkı istenir. Turist damarım tutarsa, beni kırmaz; Sevillanas’a bile götürür. Dans eden kadınlar alkışlanır, daha da beteri milletin yıllarca ders alarak öğrendiği figürler iki dakikada öğrenildi sanılıp piste fırlanır, ‘turisttir, ne yapsa yeridir’ bakışları altında eteklerin ucu tutulur, ceketler muleta olur, biri kendini boğa, diğeri matador sanır, raks edilir.

Gece, güne devrilir.

Ve ertesi sabah, akşamdan kalma, mahmur iki ses hep aynı şeyi söyler : ‘Dün gece çok içtik galiba’. Bu cümlenin en anlamsız yanı, havada asılı kalan ‘galiba’dır.

Pişmanlık öğle saatlerine kadar sürer.

Sonra bir yerde buluşulur, bastırsın diye paella ısmarlanır, o gece erken yatmaya karar verilir ama tutulmaz. Maria Jesus’un kınayan bakışları görmezden gelinir, bir saatliğine, sadece bir saatliğine bir yere gidilir ve kalkılmaz.

Bu kez de öyle oldu.

Öğle yemeği yedik, akşam yemeği yedik ve değişmez mekanımız Cafe Guijon’a gittik.

CHUECA MADRİD’İN EN POPÜLER MAHALLESİ

Siz siz olun benim gibi yapmayın. Yolunuz Madrid’e düşerse önce Prodo’yu gezin. Las Meninas’ı görmeden, Goya’nın ‘muralles’lerini izlemeden geri gelmeyin.

Ama Cafe Guijon’a uğrayın. La Vigna’da şarap tadın. Turistikmiş diye küçümsemeyin, Plaza del Mayor’a gidin. Grand Via’da dolaşın. Cafe Oriente’de bira için. Alışveriş için zamanınız yoksa, mecburi El Corte Ingles’e gideceksiniz. Ama zamanınız varsa Chueca’ya, Madrid’in şu aralar en popüler mahallesine gidin. Küçük butikler, yeni modacılar, sanatçıların doluştuğu kahvelerin dizili olduğu sokaklarda gezin. Benzerlerine başka ülkelerde en az üç katı fiyat ödeyeceğiniz ayakkabılar alın.

Havanızı atın.
Yazarın Tüm Yazıları