Bu ülkede ev yıkmanın şehvetle ev yapmanın dehşetle ilgisi olduğunu biliyorum

Hep yazıya nasıl başlamalı diye düşünür dururdum.

Oysa şimdi arpacı kumruları gibi ‘ne’ yazacağımı düşünüyorum.

Bu hafta ne yazacağım?

Aslında niyetim İrfan Kuriş’in Tünel’de yeni açtığı lokantaya, mekanın düzenlemesini yapan Bülent‘le gitmek, yarenlik etmekti. Olmadı. Bodrum’daki hesap İstanbul’a uymadı.

Hafta ortasında döneceğini söyleyen İrfan’dan ses seda çıkmadı. Bülent’ten de. İkisi olmadan oranın tadı, çıkmaz.

O zaman ?

Geçen hafta utana sıkıla Gönül Paksoy’a yemek yemeyi teklif etmiştim. Onu mu arasam? Hazır bu fırsat dükkana uğrasam, gözümü alamadığım ipek kaftanlardan birine bürünsem, bir fotoğraf çektirsem, beyaz porselenlerde yasemin çayları içsem, onun yakında Japonya’da açacağı sergiden söz etsek hatta ve hatta dillere destan yemeklerinden birinin tarifini versem olmaz mı? Olmaz. Gönül Hanım dar zamanlara sığmaz.

Başka?

Yadigar’a, Çırağan Oteli’ndeki Tuğra Restoranına gideceğime üstelik de bana ya Doğan Hızlan’ın ya da Murat Bardakçı ile İlber Ortaylı’nın refakat edeceğine dair sözüm var. Var da, hayali refakatçilerimin bundan haberi yok.

Daha başka?

En iyisi gidilecek yerleri sıralamalı ve aylardır bir araya gelmeye çalışıp da bir türlü buluşamadığım arkadaşları aramalıyım.

Telefonun başına oturdum, teker teker hepsini aradım.

İşini son dakikaya bırakan bütün aymazların başına gelen benim de başıma geldi: Ya yoklar, ulaşılamıyorlar. Ya varlar ama dolular.

Aklıma da başka birileri gelmiyor. Yemek işinden vazgeçtim.

AHKAM KESME GÜNÜ

Peki ama ne yazacağım?

Son günlerde ne ilginç bir film izledim, ne yeni bir sergi gezdim ne de sözü edilmeye değer hoş bir yere gittim.

O zaman gün dereden tepeden söz etme günü.

Afaki bir konu seçip ahkam kesme günü.

Afaki konu deyip geçmemeli.

İnsan gördüğünü, bildiğini, yaşadığını yazar.

Dediğim gibi son haftalarda ilginç bir şey görmediğim gibi göçebe hayatımın dayatmalarından başka bir şey de yaşamadım. Tek sayfa okumadım.

Varsa yoksa ev ve evle ilgili sorunlar.

Örneğin bir ev nasıl yıkılır biliyorum.

Moloz nasıl attırılamaz biliyorum.

Piyasada bulunmayan parke cinslerini biliyorum.

Kesenize ve beğeninize uygun bir mal bulduğunuzda en az yirmi gün beklemek zorunda olduğunuzu biliyorum.

Kırılan her duvardan hesapta olmayan bir belanın çıktığını biliyorum.

Çekilen her kabloyla kanınızın çekildiğini biliyorum.

Bu ülkede ev yıkmanın şehvetle, ev yapmanın dehşetle ilgisi olduğunu biliyorum.

Kısaca, insan nasıl çıldırır, nasıl çıldırtılır? İşte onu biliyorum.

ÇILDIRAN ARKADAŞLARIM

Benzer dertlerle uğraşanlar birbirlerini bulurlar ya, çevrem de evleri yüzünden çıldıranlar ve çıldırtanlarla dolu.

Bir arkadaşım, yedi ay önce kuzenine Bodrum’daki evini teslim edip gönül rahatlığıyla İstanbul’a döndü. Kuzen, mimar. Hesabı, bu zamanlar kış süresince özene bezene seçtiği, cilalatıp parlattığı eşyalarını kaptığı gibi Bodrum’a inmek, yenilenmiş evinin keyfini sürmek.

Öyle de yaptı. Ne de olsa kuzen telefonda hiçbir sorun olmadığını bir iki aksaklık dışında işlerin tıkırında gittiğini söylüyordu. Kuzene inanmayacaktı da kime inanacaktı? Tatili fırsat bildi, eşyayı kamyona yükledi, uçağa atladığı gibi gitti.

Ve bir iki aksaklık denilenin küllüm yekun felaket olduğunu görünce... Çıldırdı.

Bir başka arkadaşım evini onarmaya karar verdi. Cimrilik yaptı, yüzdeleri hesapladı, mimar tutmadı. Tanıdıklarının tanıdığı ustalarla işi bitiririm sandı. Hilafsız herkese danıştı. Ama burası Türkiye. Herkesin her şeyi bildiği ülke. Nitekim akıl sorduğu insanlar ayrı akıl verdiler; birinin doğru dediğine öbürü eğri dedi, birinin beğendiğinden öbürü nefret etti. Onca farklı ses, onca farklı görüş derken aklı karıştı; bu gün yaptırttığını ertesi gün bozdurttu, bu gün ördürdüğünü ertesi gün söktürdü, iş uzadıkça uzadı, üç günde elektrik döşemenin altından kalkacağını, beş günde astarı atıp boyayı vuracağını hesaplayan ve bu hesaba dayanarak fiyat veren bütün ustaları kelimenin tam anlamıyla... Çıldırttı.

İlk yağmurla çatı akıp, ilk sifonla tesisat taşınca da... Çıldırdı.

Başka biri. Fazla cevval, fazla becerikli fazla kurnaz biri.

Yıllardır banyosunu değiştirmek ister, mecali de zamanı da olmadığından bu niyetini erteler dururdu. İki ay önce üst kat komşusunda tadilat başlayacağını öğrenmiş, gelen giden ustaların yolunu gözlemiş, allem etmiş kallem etmiş adamları komşunun işinin uzun kendisininkinin kısa olduğuna, onun evinden önce bunun banyosunun yapılması gerektiğine ikna etmiş. Aklınca bir taşla iki kuş vuracak. Hem banyoyu yaptıracak, yukarıda gürültü başlayınca da pılısını pırtısını toplayıp gidecek, başı şişmeyecek.

Fayanstı, mozaikti, Geberit’ti seçmiş, ustalara teslim etmiş.

İş bitip ustalar üst kata çıkınca da çekip gitmiş.

Döndüğünde sıcak duş hayaliyle girdiği banyoda önce yere saçılmış alçıları görmüş, şaşırmış.

Sonra tavandaki kara deliği fark etmiş, benzi atmış.

Soluğu kapısında aldığı komşusu, ustalardan birinin elinin ayarının kaçtığını, zeminde delik açtığını, tamir etmek istediklerini ama kendisine ulaşamadıklarını söylediğinde; sararmış.

Adamların büyük bir iş alıp İzmir’e gittiklerini ancak döndüklerinde uğrayabileceklerini öğrenince, hırslanmış.

İki ay geçip gelen giden olmayınca da... Çıldırmış.

Bunlar son günlerde dinlediğim çıldırma hikayeleri.

Düşünsem en az beş on tane daha çıkar.

Hani katillerin ağzından neden katil olduklarını anlattıkları öykülerden oluşan nefis bir kitap vardır ya istense böyle bir kitap bile hazırlanabilir.

Başlığı da ‘Aman Usta Vurma Beni’ diye atılabilir.

Bu da böyle bir yazı oldu işte: Fotoğrafsız. Afaki.

Nedeni belli.
Yazarın Tüm Yazıları