Can yakacak kadar dobra, hayatı zehir edecek kadar mükemmeliyetçi

Sitare ile A Plus’ta buluşmaya karar verdik. Daha doğrusu o davet etti, ben kabul ettim.

Davet ederken, Süzer Plaza’nın altında birkaç ay önce açılan bu lokantaya yeni bir şefin geldiğini ve gerçekten de nefis yemekler yendiğini söyledi.

Şimdi Sitare Sitare olmasa, onu bu kadar iyi tanımasam, bir süredir basın ve halkla ilişkilerini yürüttüğü A Plus’un reklamını yapıyor diyeceğim. Ama o, eğer gözü tutmazsa, istediği kadar müşterisi olsun kimsenin körü körüne reklamını yapmaz, yapamaz. Bu doğasına aykırıdır.

Sitare Ergenekon kimi zaman insanın canını yakacak kadar dobra, çoğu zaman kendine hayatı zehir edecek kadar mükemmeliyetçi biridir.

Ve işinin ehlidir.

Mumun yatsıya kadar yanacağını bilir.

Basın ve halkla ilişkiler mesleğinin öncülerindendir.

Onu tanıdığımda Sabah Grubu’na bağlı bir gazetede çalışıyordu. Sonra daha heyecanlı diyerek o günlerin iddialı dergilerinden birine geçti. Sonra da Promopro şirketinin başına. O günler dediğim, Babıáli’de Asil Nadir fırtınasının estiği günler. Güneş Gazetesi çıktı çıkacak. Telaffuzu zor rakamlarla gazeteciler transfer edilmiş, koyu çay ve çıtır simitle karın doyurulan günler geride kalmış, Cağaloğlu Yokuşu’nu heyecan sarmıştı. Bu yeni girişime dudak bükenler de vardı, bunun yeni bir çığır açacağını düşünenler de.

NİKAH MASASI DEVRİMİ

Gene aynı günlerde Levent’in ara sokaklardan birindeki iki katlı villada hummalı bir çalışma başlamıştı. Aynı Asil Nadir, yazılı basının yanı sıra Türkiye’nin ilk özel televizyonunu da kurmaya kalkışmış ve çevresine bu konuda yetenekli olduğunu düşündüğü gençleri toplamıştı. Sonraları her biri basının değişik alanlarında başarılı olacak onlarca genç. Hatırlıyorum, Nuri Çolakoğlu oradaydı, Serpil Akıllıoğlu oradaydı, Amerika’dan yeni dönen Murat Birsel oradaydı. Bir de Sitare. Nuri Çolakoğlu kurulmakta olan televizyon için yapımcılık yapacak geniş yelpazeli bir de şirket kurmuştu. Promopro. Sonra hava değişti, rüzgarlar beklenmedik yönlerden esti ve bu girişim, girişim olarak kaldı, gerçekleşemedi. Herkes kendi yoluna gitti. Sitare de Promopro’yu alıp yoluna devam etti. Önce belgeseller çekti. THY’nin uzun uçuşlarında Türkiye’yi tanıtan belgeseller. İstanbul Film Festivali için film aralarında gösterilmek üzere kısa tanıtımlar yaptığını da hatırlıyorum. İşi sadece belgeseller, filmlerle sınırlı olsa hayatı belki de daha kolay olurdu ama o tanıtımın bütün alanlarına el attı. Büyük otellerin açılışları, uluslararası şirketlerin toplantıları derken büyüdükçe büyüdü.

Sonra durdu. Yeni bir iş aklını kurcalıyordu. Ne yapacak ne edecek, iflah olmaz bir mükemmeliyetçi olarak Türk insanının evlenirken çektiği azaba son verecekti.

İnsanların gelip doğru düzgün düzenlenmiş bir masada, ipek kumaş kaplı koca bir deftere imza atacakları, konukların birbirini çiğnemeden sıralara oturacağı, gelinin duvağına basılmadan tebrikleri kabul edeceği özel bir nikah dairesi düşlüyordu.

Onu da Çırağan Sarayı’nın altında açtı. Diğer işleri bırakmış; varını yoğunu, zamanını, dermanını bu nikah salonuna yatırmıştı.

Ayağı önce müthiş Türk bürokrasisine, sonra Çırağan Oteli’nin muhasebe anlayışına takıldı. İnce eleyip sık dokuduğu, her bir ayrıntısıyla gece gündüz uğraştığı bu işi bırakmak zorunda kaldı. Daha doğrusu Çırağan Sarayı’ndan taşınmak zorunda kaldı. O gün bu gün kendisine yer bakıyor. Saray olmasa da saraya çevirebileceği bir yer arıyor.

Ama boş durmak olur mu?

Promopro ile yola devam.

Gene tanıtım, gene basın, gene açılışlar, kapanışlar.

İşlerinden biri de söz ettiğim A Plus.

İnsan büyük konuşmamalı derler: Doğru da söylerler. Süzer Plaza’nın inşası sırasında İstanbul siluetinin canına okuyan bu ucubeyi protesto etmek için yapılan gösterilere katılamadıysam burada olmadığım içindi. Ama bütün yüreğimle protestocuların yanındaydım. Ve açıldıktan sonra yanından bile geçmeyeceğime kalıbımı basardım. Sen misin büyük konuşan? Geçen yıl Margaux’ya gittim. Sonra Centro’ya, şimdi de A Plus yollarındayım.

TEL KADAYIFLI KARİDES

Sitare haklıymış.

Benim iyi bir lokantadan çok, büyük barının çevresinde bol içki içip çalan müzikle dans edilebilecek bir yer diye düşündüğüm A Plus’ta meğer çok güzel yemekler yenirmiş

Sitare’nin öve öve bitiremediği genç şef Mustafa Baylan mesleğe on dört yaşında bir yeniyetmeyken Çiftnal Lokantası’nda çalışarak başlamış..

Sonra Borsa’da çıraklık dönemi. Yükselmekte beis yoktur ya, sırasıyla Swissotel, Four Seasons ve ünlü Carlo Bernardini ile teşrik-i-mesai.

Arada Taşkent’teki Dedeman Oteli’nde şeflik de var.

Fransız mutfağı, İspanyol mutfağı, Yunan mutfağının özelliklerini incelemiş, dünyanın dört bir yanında açılan kurslara katılmış, şimdi de A Plus’çılar tarafından kapılmış.

O akşam birbirinden leziz yemekler yedik. İri patatesler içinde sunduğu mantar çorbası ve zar gibi kestiği sakız kabaklarıyla yaptığı zeytinyağlı dolmanın tadı damağımda. Bir de tel kadayıflı karides. Sanırım bu yemek Bernardini’nin Türkiye’de yaşadığı sırada ‘tel kadayıf tatlı dışında nasıl kullanılır’dan kalkarak yarattığı bir yemekti ve herkesin dilindeydi. Mustafa Baylan da bu konuda ustası kadar mahir.

Her yemeği ince ince tarif etmek imkansız. Eğer yolunuz Süzer Plaza’ya düşerse, S Mall’a giderseniz, alt kata inerseniz A Plus’a geleceksiniz. Koca barına, kırmızı ışıklara aldanmayın. Bir masaya geçin, Mustafa Baylan’ın yemeklerini deneyin. Pişman olmazsınız.

A PLUS

TEL: 0212 243 11 30

Rezervasyon gerekiyor.

Fiyatlar 55-60 milyon civarı.

Nezih Tekinel


Yunan Konsolosluğu’nun mimarı

Sitare o gece için şefin kendisini göstereceği müthiş bir mönü hazırlatmış. Nezih Tekinel de gelecek. Konuşmaktan yemeğe fırsat kalırsa yemeklerimizi yiyeceğiz.

Öyle olmadı: Yemekten konuşmaya fırsat kalmadı. Kalan fırsatı da Sitare ile değerlendirdiğimiz için Nezih ağzını açamadı. Oysa ona soracaklarım var. Ne de olsa gözümü kapayıp hayatını yazacak kadar iyi tanıdığım biri değil Nezih. Evet Galatasaray Lisesi’nin haylaz çocuğu olduğunu, oradan kapağı önce Paris’e, oradan da Aix en Provence’a attığını, arada Marsilya’da limana bakan eski bir dans stüdyosunda yaşadığını, gününü gün etmesinin okulu birincilikle bitirmesine, iyi bir mimar olmasına engel teşkil etmediğini biliyorum. Ama hangi şarapları sever, şarap sevmek neyin nesidir, kedisi var mıdır, varsa adı nedir, neden öyledir, bahçe nasıl düzenlenir, düzenlenmeli midir, muhalif ruh dedikleri ne menem bir şeydir, elzem midir, nasıl para kazanılır, daha da önemlisi nasıl harcanır gibi hayati (!) soruların cevabını bilmiyorum. Hálá da bilmiyorum. Sorabildiğim kısa sorulara verebildiği kısa cevaplardan anladığım şu: Nezih Boğaz’a ve eski yalılara tutkun bir mimar. Her mimar gibi çeliği, gökdeleni sevse de, o asıl eski eserleri onarmayı seviyor. Fransa’dan döndükten sonra iki arkadaşıyla birlikte DİM’i kurmuş. Sonra sırasıyla Beykoz’daki Abraham Paşa yalısını, Vaniköy’deki Vani Efendi yalısını, Çengelköy’deki Ethem Pertev yalısını aslına uygun onarmış, yok olmaktan kurtarmış. Büyükdere’deki Ray Sigorta Genel Müdürlüğü son göz ağrısı. Arada Beyoğlu’ndaki Yunan Konsolosluğu ve daha birçok yapı var.
Yazarın Tüm Yazıları