Nedim Gürsel ile yemekte 30 yıl öncesinin Paris’ine gittim

Onunla 75 kışında tanışmış olmalıyız. Belki de 74 güzü, kim bilir. Tanıştığımız günü dün gibi hatırlıyorum da tam hangi yıldı, çıkartamıyorum. Zaten oldum olası tarihlerle aram iyi değil.

Hepimiz Paris’i mesken tutmuş bir avuç edebiyat delisiydik. Onlar yazar, ben okurdum. Okurdum derken aldığımız, almaya para yetiştiremeyince de çaldığımız bütün kitapları deli bir iştahla, gecemi gündüzüme katarak okumaktan söz ediyorum.

Her kitabı bitirir bitirmez, soranlara küçük bir özet sunardım. Pek soran da olmazdı ya, neyse. Zaten onlar için başka yazarların yazılarından çok kendi yazdıkları üzerine ne düşündüğüm önemliydi. Ahkám keseceksem, gecelerini gündüzlerine katarak, ünlü olacakları, bir yığın dile çevrilecekleri, ödül alıp ödül reddedecekleri zamanların hayalini kurarak yazdıkları şiirler, denemeler, öyküler, roman taslakları üzerine kesmeliydim.

Okurluğuma bu kadar güvenilmesinin tadını çıkarırdım. Hangi satırda hangi yazarın izi var, hangi dizede hangi şairin sesi var, yemez içmez iz sürerdim. Belli bir etkilenme görmeyeyim, elimde kanıtlarım, karşılarına dikilirdim. Şimdi düşününce hiçbir anlamı olmayan bu hafiyelik o zamanlar ciddiye aldığım bir işti. Önemliydi çünkü önem verirlerdi.

Deli gençlik.

Bunları ve unuttuğum daha nice ayrıntıyı, iki hafta önce insana ‘Sevgilim İstanbul’ dedirtmemek için elinden geleni yapan karlı bir İstanbul ikindisinde, Yakup’ta yediğimiz rakılı, mezeli bir öğle yemeğinde Nedim hatırlattı.

Nedim Gürsel.

Mavi gözlü, sivri dilli, gani gönül arkadaşım.

KADİFE PELERİNLİ TEZ KONUSU ARAGON

İlk romanı, Uzun Sürmüş Bir Yaz’ı bitirmiş, daktiloya çekmiş, koşa koşa, Marais’ye, gün ışığına hasret o tek oda eve gelmiş. Sayfaları karıştırmış, aramış taramış, bir satırda, tek satırda, o meşum satırda, Aşık Veysel’le ilgili bir şey yakalamışım. Bunu Aşık Veysel’den apartmışsın diye bağırmışım. Belli, abartıyor. Ama unutamadığı da aşikar. Zaten yazarlar böyle değil midir, herkesin unuttuğunu hatırlarlar.

Nedim ile o öğle yemeği boyunca gençliğimizin gamsız günlerinden söz ettik durduk.

Paris o yıllarda gerçekten de ışıklar kentiydi. Pervanesi boldu. Cebine üç kuruş koyan, büyük hayallere dalan herkes bavulunu kaptığı gibi yolunu tutardı. Tutuşup ölenler oldu, başarıp dönenler oldu. Bir de Nedim gibi yerleşenler. Niyetlenmediklerinden değil ama Paris’e yerleşmek kolay değildi. Bütün öğrencilerin cep harçlıklarını çıkartmak için yaptığı geçici işlerin dışında doğru dürüst iş yoktu. Ömür boyu tek göz odada, iki kuruş parayla yaşamayı göze almak zordu. Yazarlar için ana dillerinden uzak düşmek düşüncesiyse en zoruydu.

Zorluklardan başlamışken devam edeyim:

Zorlu bir işe kalkışmıştı. Etiamble’la, Sorbonne’un namı dünyayı tutmuş bu ünlü profesörünün yönetimi altında doktora yapıyordu. Konu olarak, kimi geceler kadife pelerinini savura savura yürürken gördüğümüz, yanına gitmeye çekinip, uzaktan hayran hayran izlemekle yetindiğimiz başka bir efsaneyi, Aragon’u seçmişti. Yememiş içmemiş işi daha da zorlaştırmak için olsa gerek Aragon’un yanına bir de Nazım Hikmet’i eklemişti. Okula gidiyor, derslere giriyor, öğleden sonra tez üstüne çalışıyor, geceleri de tezgahtaki romanını bitirmeye uğraşıyordu. Arada da öyküler yazıyordu. Türkiye’ye yolladığı her öykü o zamanın en iyi edebiyat dergileri olan Yeni Dergi’de, Yeni Ufuklar’da yayımlanıyordu. Gel de kıskanma.

Zaten daha Paris’e gelmeden, henüz Galatasaray Lisesi’nde genç bir liseliyken bile yazdıkları yayımlanan, edebiyat çevrelerince tanınan bir yazardı. Bir o, bir de Selim İleri.

SORMADIKLARIMI KİTABINDA OKUDUM

Bu deli çalışma, dolu dolu yaşamasını engellemezdi. Bahar gelmeye görsün, yakalanmaktan kurtulamadığı saman nezlesi hızını biraz kesse de, ne yapar ne eder bir yolunu bulur, aşık olurdu. Ona ‘seninki salya sümük bir aşk’ diye takılırdım. Sık aşık olurdu ama şıpsevdi değildi. Koyu, derin, imkansız aşklar yaşardı. Hep güzel, hep zorlu, hep zor kadınlarla. Uzak kadınlarla.

Vakit geldi, tez bitti, hepimiz gibi o da Paris’ten ayrılıp sonraki yıllarda bıkmadan usanmadan yazacağı sevgili İstanbul’una yerleşti. Daha doğrusu yerleşmeye kalktı. Yapamadı, gerisin geri Paris’e döndü. Benim bir cümlede geçtiğim, ‘yapamadı döndü’ cümlesinin nedenini, niyesini çocukluk anılarını yazdığı ‘Sağsalim Kavuşsak’ kitabında okudum. O günleri şöyle anlatmış:

‘1980 yazında kesin dönüş yapmıştım. Yapmıştım ama, Fransız filolojisinde asistanlık istememe rağmen -evet yalnızca bir asistanlık!- nasılsa kadro bulunamamıştı. Doktorasını henüz bitirmemiş öğrencilere kolayca kadro bulunduğu bir kurumda, Paris’ten gelen genç bir yazar ve bilim adamının çaldığı tüm kapıların kapanması, en güvendiği öğretim üyelerinin bile ondan yüz çevirmeleri doğaldı. Ne de olsa Nazım Hikmet adı o yıllarda, en azından üniversite çevrelerinde hálá tabuydu. Hem dokuz yıl Paris’te kalıp -biraz zorlayarak söylüyorum- ‘dokuz doğurmuş’ bir Fransız edebiyatı doktoru, Fransızca’yı onlardan daha iyi bilemezdi. Bilse de öğretemezdi. Sol harekete bulaşmıştı ayrıca, şaibeliydi. Erotik öyküler de yazdığı söyleniyordu...’

O günlerde çok üzülmüş olmalı. Sormayı unuttum. Şimdi dönüp geriye baktığında acaba iyi ki o cadı kazanında yerim olmadı diyor mu acaba? Burada kalsa, hayat ona ne sunardı kestirmek güç ama ben kalsaydı ne bu günkü huzurlu çalışma ortamına kolay kavuşabilir ne de böyle dolu dizgin yaşayabilirdi diye düşünüyorum.

Güzin Dino’nun da yardımıyla girdiği CNRS’deki öğretim üyeliği ona istediği huzuru verdi.

Çok gezdi, çok dolaştı. Çok yazdı, çok yayımladı. Hálá gezmekte, hálá dolaşmakta. Hálá yazmakta, hálá yayımlamakta. Hızı bir tek baharlarda kesilmiş sanki. En azından öyle diyor. Ama bunu söylerken eğreti bir gülümsemeyi de ağzının sol yanına usulca iliştiriyor. (Şimdi sıra sende Nedim)

Söylediğim gibi son kitabında çocukluğunu yazmış.

Çocukluk her zaman mutluluk demek değildir demiş kitabın bir yerinde. Yokluk, yoksulluk içinde geçmişse, acıyla bilenmişse unutulmalı çocukluk, demiş. Kötü günler bir daha hiç anımsanmamalı demiş. Sevgiyle büyütülmemişseniz, horlanıp dışlanmışsanız, ne bileyim kardeşinizi ya da ağabeyinizi sizden çok sevmiş, kayırmışlarsa, evin kuytu bir köşesine sığınıp ya da soğuk gecelerde yorganı başınıza çekip ağlamayı huy edinmişseniz, çocukluk unutulmalı demiş. Sonra benim için öyle olmadı diye eklemiş.

Şimdi, kitabı onunla buluşmadan önce okumadığım için hayıflanıyorum. Soracak ne kadar sorum var oysa. Söyleyecek ne kadar sözüm...

YAZAR BİR KİŞİ İÇİN Mİ YAZAR?

Kitabını küçük kızı Leyla’ya bir gün beni okursa diye ithaf etmiş. Okuyunca kitabın aslında başka bir Leyla’ya, annesine ithaf edildiğini anlıyorsunuz. Bir daha ne yazarsa yazsın, onu artık okuyamayacak olan, belki de hayattaki tek hakiki okuruna, yokluğu kavuran Leyla Gürsel’e. Dün son satırı da okuduktan sonra düşündüm. Yoksa yazarlar aslında bir kişi için mi yazarlar? Doğru söyle. Bir kişi için mi yazarlar?
Yazarın Tüm Yazıları