Ayaklı küvetinizin ılık süt, envai çeşit esans ve silme kırmızı gül yaprağı ile doldurulmuş olduğunu

Döndüğümden beri zavallıcığın tek masalı varmış ha babam onu anlatırmış misali önüme gelene gelmeyene, sorana sormayana, Hindistan’ı anlatıyorum.

Gitmeden en az üç hafta kalır, gerekirse biraz daha uzatırım diyor, bu sürenin en azından genele ait bir bilgiye sahip olmak ve bir bölgeyi hakkıyla gezmek için yeterli olduğunu düşünüyordum.

Yanılmışım.

Oysa ön hazırlıklarımı yapmış, kütüphaneden Hindistan üzerine yazılmış bütün kitapları çıkartmış, Hindistan’a Bir Geçitten, Vişnu’nun Ölümü’ne kadar yazılmış bütün romanlara yeniden göz atmıştım.

Edebiyat iyiydi hoştu da bana hayatımı kolaylaştıracak bilgiler sunmuyordu. O zaman burun kıvırmamak bütün çaylak turistlerin yaptığını yapmak gerekiyordu: National Geographic’ten çıkmış Hindistan kitabını almak.

Eve gelir gelmez Mihracelerin Diyarını anlatan bölümü açtım, şehirlerin altını çizdim, mabetlerin adını ezberledim. Tam yola çıkmadan kitabın önsözünü okumayı akıl ettim. Giriş benim gibi ilk kez Hindistan’a gidecekler için ‘Bugüne dek kimsenin çözemediğini çözmeye çalışmayın’ mealinde bir öğütle başlıyor, Hinduizm’i anlamadan Hindistan’ı anlamanın mümkün olmadığından dem vuruyordu. Bulabildiğim Hinduizm üzerine yazılmış tek kitabı çantama attım, yola çıktım.

Dharam Vır Singh, uzun yıllar Oxford’da okuduktan, yıllarca İngiliz ve Amerikan üniversitelerinden gelen meslektaşlarına ülkesini gezdirdikten sonra Hinduizm’e Giriş adlı bu kitabı yazmış. Sadece Giriş altı yüz sayfa.

Okumaya başladım.

Yazar, Hinduizm her şeyden önce din sözcüğüyle açıklanacak bir din değil, bir algılama biçimidir diye söze başlıyor, sonra Yaratıcı Güç Brahma’dan, Evrensel Aklın Tanrısı Vişnu’dan, İyiliğin ve Kötülüğün Tanrısı Şiva’dan söz ediyor, onların nasıl tasvir edildiklerini anlatıyor, güçlerini simgeleyen sembolleri açıklıyor, eski Hint destanlarında geçen efsanelere gönderme yapıyordu. Buraya kadar anlaşılmayacak bir şey yoktu. Ama sonra işler karışıyordu. Durdukları yerde duramayan tanrılar, dünyayı kötülüklerden korumak için yeniden doğuyor, başka suretlere bürünüyor, başka adlar alıyor ve bu yeni hayatlarında onlara yeni eşleri, yeni çocukları, kutsal hayvanları, kutsal nesneleri derken büyük bir maiyet eşlik ediyor ve siz binlerce tanrı ve tanrıça arasında kayboluyordunuz.

Ama Hindistan’ı Hinduizm’i anlamadan anlayamazsınız lafının arkasında bu tanrı bolluğunun yatmadığı kesindi. Belli ki anlaşılmaz olan, binlerce yıldan gelen öğretilerin bugünün Hindistan’ında kabul görmesi ve koca bir toplumun hálá o günlerin ritüellerine sıkı sıkıya bağlı yaşamasıydı. 1947 yılında resmen kaldırılmış olsa bile hálá kast sisteminin sürmesiydi. Kendi arasında onlarca dala ayrılan beş kast vardı. En tepede Brahmanlar, yani din adamları, en altta Dokunulmazlar bulunuyordu. Bir kasttan diğerine geçmek, kişisel yetenekleriniz ne olursa olsun mümkün olmadığı gibi farklı kasttan biriyle evlenmek, onların oturduğu mahallelerde oturmak, hatta kullandıkları eşyayı kullanmak mümkün değildi. Herkes doğduğu kastta o kastın koşulları içinde yaşıyor, ölüyordu.

Çarpıcı olansa kimsenin bu adaletsizliğe başkaldırmaması, isyan etmemesi, herkesin yazgısını büyük bir tevekkülle kabul etmesiydi. Elinde olmayana yerinmek değil elinde olanla yetinmekti önemli olan.

Ne kadar okursanız okuyun gidip görmedikçe bunun ne anlama geldiğini çözemiyorsunuz. Gidip görünce de çözemiyorsunuz.

Ülkenin büyük çoğunluğunu oluşturan Hindular bu kast sistemi içinde yaşıyorlar. Bir yanda Bin Bir Gece Masalları’nda anlatıldığı gibi bir dünya var.

Ama bu dünyanın yanı başında başka bir dünya daha var.

Kuytu sokaklarda yaşayan, kan tüküren, dilenen, cüzamın, vebanın kırıp geçirdiği, hayatta üstüne yattıkları delik deşik hasırdan, su içtikleri kaptan, bir de sarındıkları paçavradan başka bir şeyleri olmayan insanların dünyası. Acayip olan derin, kapatılmaz gelir farkı değil. Acayip olan herkesin bunu dünyanın en doğal şeyiymiş gibi kabul etmesi. Yerinmemesi.

İster sarayda ister kuytularda yaşasınlar herkes mutlu.

Dünyanın dört bir yanından milyonlarca kişinin döne döne Hindistan’a gitmesinin nedeni de sanki bu.

Ya da oradan fellik fellik kaçmasının.

VARANASİ’DE ÖLÜYOR UDAİPUR’A YAŞIYORLAR

Varanasi’nin arka sokaklarında bir kez dolaşan, gördüklerini hayatı boyunca unutamaz.

Hinduların bu kutsal şehrine insanlar ölmeye geliyor. Kendileri gelemese bile külleri geliyor. Her sabah gün doğumunda ve her akşam gün batımında rahipler kutsal Ganj Tanrısı’na adaklar sunuyorlar. Küçük çiçeklerin çevrelediği küçük kandiller yakılıyor ve isteklerinizin gerçekleşmesi dileğiyle Ganj’a bırakılıyor. Öte yanda büyük krematoryumlarda sönmeyen ateşin kıvılcımları gökyüzünü tutuyor. Ölüler Ganj’a inen merdivenlere serili yatıyor. Ailenin büyük oğlu meydanda tıraş oluyor. Birazdan odunlar üstünde yatan bir akrabasına ilk odu verecek. Müthiş bir sessizlik var. Kayıklara doluşmuş insanlar bu ayini izliyor. Binlerce adak kandili Ganj üstünde ateşböcekleri gibi. Hayatla ölüm iç içe geçiyor.

Udaipur’a insanlar yaşamaya geliyor.

Göl üstünde kurulu Lake Palace’ın manzarası inanılır gibi değil. Udai Villas’ın bahçeleri cennet bahçeleri gibi. Kolunda atmaca dolaştıran uşaklar güvercinleri korkutmak için arada atmacaları uçurduklarını söylüyorlar. Güvercinleri neden korkuttuklarını sorduğunuzda çatıları temiz tutmak için diyorlar. Oysa iki adım ötede, şehir merkezinde yarı çıplak insanlar uzun süredir yağış almadığı için suyu çekilmiş gölde temizlenmeye çalışıyor. Evlerde su yok. Kadınlar çamaşırlarını durgun göl sularında yıkıyor.

Oteldeki odanız yirmi Hintli ailenin rahatça yaşayacağı büyüklükte. Akşam banyonuzun kaçta hazır olmasını istediğini soran adama boş gözlerle bakmıştınız. Adet yerini bulsun kabilinden söylediğiniz saatte ayaklı küvetinizin ılık süt, envai çeşit esans ve silme kırmızı gül yaprağı ile doldurulmuş olduğunu görünce küçük dilinizi yutuyorsunuz.

Jaipur’da açlığın kol gezdiği sokaklardan geçip dünyanın en iyi yakutlarının kesildiği kuyumculara gidiyorsunuz.

Zengin fakir herkes süslü. Ama sahici ama sahte, herkesin kolunda bilezik, kulağında küpe ve kaşlarının ortasında küçük bir benek var.

Gözünüzün değdiği her yer renk cümbüşü.

Yerim bitti. Anlatacaklarım bitmedi. Sanırım en doğrusu merak eden herkesin gidip kendi Hindistan’ını kendi görmesi.

Çünkü Hindistan her bakana farklı bir görüntü sunan bir çiçek dürbünü.

MİHRACENİN SARAYINDA MASALLARDAKİ GİBİ BİR DAVET

Altın Kubbeli Saraylar, inci küpeli mihraceler, mor kaküllü şehzadeler, ipeklere bürünmüş huriler, dev sinilerde gelen baharatlı yemekler, hortumlarından kuyruklarına kadar süslenmiş filler, ayağınıza serpilen kırmızı güller, rakkasların, hokkabazların gelen konukları eğlediği, saatler süren şenlikler, en ufak bir isteğinizi koşulsuz yerine getirmeye hazır hizmetkarlar. Abartmıyorum. Yasemin Pirinççioğlu’nun kişisel dostu olması nedeniyle katıldığımız Jaipur mihracesinin sarayındaki davet tam da buydu.
Yazarın Tüm Yazıları