Serin çarşaflarda tavşan uykusu

Yıllarca istedim. Düşledim. Korktum mu bilmem, bir türlü punduna getirip gideme(miş)dim.

Oysa gençliğimde Sultanahmet Meydanı’ndan alacalı otobüsler kalkardı. Uzun saçlı adamlarla uzun saçlı kadınlar bir iki gün İstanbul’da konaklar sonra Binbir Gece diyarına doğru yola çıkarlardı. Ellerinde gitar, püsküllü heybelerine doldurdukları bir iki zati eşya, cep delik cepken delik, düşlerinin peşinde koşarlardı.

Düş dediysem öyle olmayacak düşler de değil; istedikleri kimsenin kimseyle savaşmadığı, dileyenin dilediğiyle seviştiği bir dünyada yaşamaktı.

Olmadı.

Hindistan o yılların çiçek çocukları için vaat edilmiş topraklardı.

Yıllar geçti, zaman değişti.

Hindistan değişmedi.

Bu kez metal yorgunu insanlar karmaşık ruhlarını anlama, şu fani dünyayı adlandırma derdine düştüler.

Nefes alma teknikleri, Tantric Yoga denemeleri, transandantal meditasyon, huzura giden yolu gösterdiği düşünülen gurular, ayurveda ile bedeni, sık sık gidilen Aşramlardaki öğretiyle ruhu sağaltma girişimleri derken güneşin doğudan doğduğu bir kez daha keşfedildi ve pusula gene Hindistan’ı gösterdi.


Beni heyecanlandıransa ne biriydi ne öteki.

Gençliğimde Sultanahmet’ten kalkan otobüslere binmeye korktum.

Şimdiyse ruhumu deşemeyecek kadar yorgunum.

Oysa Hindistan hep aynı Hindistan. Üstüne kitaplar yazılan, gidilip görülmese de adı bir şekilde anılan, yığınla yazarı bir o kadar şairi, gözü kara gezginlerle sıradan fanileri mıknatıs gibi kendine çeken masal ülke: Doğu’nun cevheri.

Kim bu çekime karşı koyabilir ki?

Geçen ay tam da bu vakitler bir sabah kalktım, kahvemi yaptım, Çapkın’ı okşadım ve gündelik hayatla baş edemeyeceğimi anladım: Bütün korkaklar ve bütün yorgunlar gibi can yeleğine sarıldım: Yasemin Pirinçcioğlu’nu aradım. ‘Olursa, yer varsa, Hindistan turuna katılmak istiyorum’ dedim. Rahatladım. Artık yola çıkmaya da yoldan çıkmaya da hazırdım.

Çıktım da.

Kelimenin her anlamında.

On gün Yasemin ve VİP’le VİP gibi gezdim. Sonra yoluma tek başıma devam ettim.

THY ile uçuyorsanız ilk durak ister istemez Yeni Delhi. Altı saat uçuştan sonra solgun, gri, sabahın dördünde bile insan kaynayan bir havaalanına iniyorsunuz.

Henüz Hindistan’ın İndira Gandhi Havaalanı’nın tıpkı basımı olduğunu bilmiyorsunuz: Yabancılar için fazla karmaşık, Hintliler için kolay, alışıldık.

Benim gibi aceleci, saatlerce sigara içememiş olmanın acısını bir an önce telafi etmeye çalışan bir tiryakiyseniz, bavulunuzu bıraktığınız gibi nereye gittiğinizi soran güleç polise aldırmadan kendinizi sokağa atıyor, şehrin kokusuyla tanışıyorsunuz..

Her ülkenin, her şehrin kokusu vardır.

Batı bahar kokar, Doğu baharat.

Hindistan’ın kokusu genze dolan bir koku. Kekre ve keskin.

Sonraki günlerde üstüme yapışan bu kokunun biraz sandal ağacı, biraz kafur, bol sarmısak, gani köri, has safran, serpme gül, ıslak tezek, yanmış yağ, hüda-i- nabit bitkiler, nadir çiçekler, ağır misk, nadide amber kokusu olduğunu anlayacağım: Yüzyılların yoksulluğunun tene sinen, yüzyılların varsıllığının sindirilen kokusu.

Ama henüz erken. Şimdilik kokunun adı yok: Sadece keskin ve kekre.

Hindistan ne kadar uzatırsanız uzatın ister topluca gidin ister tek başınıza dolanın ‘tatil’ diye adlandırılan bir zaman diliminde gezilecek, görülecek, dahası anlayıp çözülecek bir ülke değil.

Göremezsiniz çünkü Hindistan bir ülke değil, bir diyar.

Kuzeyde sırtını Himalayalar’a dayayan güneyde Hint Okyanusu’na açılan, eyaletten eyalete tarihin ve coğrafyanın değiştiği, bir milyarı aşkın insanı, kırk küsur dili, bin dört yüz lehçeyi, nefes kesen renkleri, sığ sığamızla anlamakta zorluk çektiğimiz yoksulluğu ve tevekkülü, eşine zor rastlanan şatafatı ve görkemi, farklı dinleri, farklı inançları, yüzyıllardan süzülen örfleri, adetleri, gelenekleri barındıran, ince elli, ince belli, koyu tenli, gümrah saçlı, sıcak bakışlı insanların diyarı.

Çözemezsiniz çünkü Hindistan bir yumak. Çelişkiler yumağı.

Yeni Delhi’de bir günümüz var. Program belli. Biraz dinlenecek, sonra şehri gezecek, akşam Nepal’e gideceğiz. Dönüp Varanasi’ye Ganj kıyısına geleceğiz. Oradan Agra’ya sonunda da Pembe Şehir Jaipur’u görmek için Rajastan’a geçeceğiz. Ben Racaların Ülkesi’nde biraz daha kalacağım. Mavi Şehir Jodpur’a, göller diyarı Udaipur’a, Jain’lerin en büyük tapınağını görmek için Ranakpur’a gideceğim. Sonrası? Sonrası Allah Kerim.

Hava serin. Yorgun argın bizi otele götürecek otobüse bindik.

İlk izlenim: Sabahın o saatinde bile arapsaçına dönmüş trafik. Üstelik sağdan.

Sonraki günler, bu münasebetsiz sağdan trafik gibi, her boş sahada oynanan, futboldan bin kez daha popüler kriket maçları gibi, kiminin My Fair Lady’deki Rex Harrison, kiminin Party filmindeki Peter Sellers şivesiyle konuştuğu ortak dil İngilizce gibi her yerde, iki yüz yıllık İngiliz sömürgeciliğinin izlerini göreceğim.

HİNDULAR DERİ EŞYA KULLANMIYOR

İlk gece: Serin çarşaflarda tavşan uykusu.

Sabah, mahmur, Delhi’de dolanıyoruz. Kadınlar renkli sariler içinde. Yağan yağmura aldıran yok gibi. Hepsinin üstünde Kaşmir şallar, ayaklarında sandaletler var. Ten rengi, eldiven gibi parmaklara geçen yün çoraplar giymişler.

Erkeklerin giyimi geldikleri yere, yaptıkları işe, ait oldukları kasta göre değişiyor. Türbanlı Sihler, Kurta Pijamalı Hindular, takkeli Müslümanlar.

Rehberimiz Anitha, Sihlerin saçlarını sakallarını hiç kesmediklerini, hepsinin soyadının aslan anlamına gelen Singh olduğunu ve üzerlerinde ait oldukları savaşçı kastını simgeleyen kama türü küçük nesneler taşıdıklarını söylüyor.

Hinduların deri kullanmadıklarını, hatta çoğu Hindu mabedine girerken bizim de deri eşyalarımızı kapıya bırakacağımızı anlatıyor.

Kulağım Anitha’da, gözüm sokakta.

Kadın sürücü bolluğu var. Üç teker motosikletler ve 1947 yılından kalma Ambassador’ler taksi olarak çalışıyor. Gürültü ve şamata gırla. Kavga ve küfüre rastlanmıyor.

Eski Delhiye gidiyoruz. Yapımına 1193 yılında başlanmış ülkenin en büyük camii Jama (Cuma) Mescidi’ni gezeceğiz. Sırada Delhi Kalesi, Kutubettin Minaresi ve daracık sokakların daracık sokaklara açıldığı Chandni Chowk Pazarı var. Delhi müzesini gezmek, Varanasi’den Ganj’a dökülen Yamuna Nehri kenarında gezinmek, Connaught Meydanı’nda alışveriş, artık dönüşe kaldı.

Amin Malouf’un Semerkant adlı romanında anlatıcı zamanın iki boyutu olduğunu söyler: Güneş zamanın boyunu ölçer, duygularsa yoğunluğunu, der.

Nepal’e uçmak için havaalanına giderken hepi topu bir gündür burada olduğumu hatırladım. Bir gün mü? Ne mümkün?

Öncesiz ve sonrasız bir zamanda asılı kaldığımı düşündüm.

Gitmek kolay. Dönmek zaruri. Yazmak imkansız gibi.

Görüyorsunuz, gün geceye kavuşmadan yer bitti.

Gerisi gelecek sefere.

Şimdilik,

NAMASTE.

RUHUM RUHUNU SELAMLIYOR

İlk kelime: Namaste! Avuçlar kavuşturulup çene altına getiriliyor ve hafifçe eğilerek namaste deniyor. Namaste hoş geldiniz demek, namaste teşekkür ederim demek, Namaste hoşça kalın demek, Namaste karşınızdakine saygı göstermek demek, Namaste Hint dilinde ruhum ruhunu selamlıyor demek, Namaste Hindistan demek.
Yazarın Tüm Yazıları