Kahrolası gerçeklik sarmış her yanımı

Bu yazıyı cumartesi günü okuyorsunuz. Ekler erken basıldığından yazılarımızı en geç perşembe teslim etmek zorundayız oysa. Bu gün son gün yani. Bugün yazmalıyım yazacağımı. Ne yazacak, nasıl yazacaksam bu halde... Pazartesi sabahı Mus’un kısa mesajı düştüğünden beri telefona, içim yangın yeri... Meral’im gitti!

Haberin Devamı

Ölüm çifte vurgun...
Bir gideni düşünüyorsun yana yana, bir kendini ağlaya ağlaya...
Daha beş gün önce “iyiyim eve çıkacağım” diyen sesi çınlıyor yığılıp kaldığın odada. İçin katılıyor, kızıyor bağırmak istiyorsun: Bu ne biçim iyilik be Meral’im, yalan mı söyledin?
Söyledin, evet. Avutmak için beni, bizleri, ortalığı velveleye vermek istemediğin için ömrünün tek yalanını söyleyip gittin.
“Şayet bilseydim” diye bir cümle kurarken yakalıyorsun kendini.
Eee n’olacaktı bilseydin?
Ne gelirdi ki elden? Kim olabilmiş ki çare?
“İyiyim” değil de “kötüyüm” dese ne yapacaktın?
İçini hazırlamaktan başka?
Oysa bilmiyor muyduk hepimiz zor, devasız bir dertle boğuştuğunu?
Tane tane anlatmamış mıydın başına gelenleri, doktorların söylediklerini? Anlatmıştın anlatmasına da bak inandıramamışsın hiçbirimizi...
Bir gün bile düşünmedim öleceğini.
Ölüm çifte vurgun. Bir gideni düşünüyorsun bir kendini. Haberi aldığında içini saran inanmazlık yerini şaşkınlığa, şaşkınlık kızgınlığa, kızgınlık perişanlığa bırakıyor yavaş yavaş.
Anılar sökün ediyor dört bir yandan: Onlar düğüm düğüm düğümlenirken gönlünde, gövden ilmik ilmik sökülüyor. Kaçan ilmiği tutamayacağını biliyorsun. Kaçacak ve içinde koca bir boşluk oluşturacak. Ve gene biliyorsun ki o boşluk bundan böyle dolmayacak.

Haberin Devamı

İŞTE GELİNİNİZ

Televizyona bakıp durdum gün boyu. Hep gülen fotoğrafları haberlerde. Her fotoğrafı ayrı bir anıyı getiriyor yedeğinde.
Yaman’a sarılmış, hayatının o biricik, o şahane, o harika aşkına sıcacık bakan gencecik bir kadın. Seksenlerin ortaları olmalı. Bodrum’da Türkbükü’nde küçük bir köy evi tutmuşuz. Onlar da biraz ileride başka bir köy evi kiralamış. Evlendik diye çıkagelmişlerdi. Gelininiz diye tanıştırmıştı Berran’la (Tözer) bana hınzır Yaman yanındaki yaman kadını. Tanışma o tanışma.
Yaman çekip gittiğinde de ciğerim yanmıştı. Ama bir boşluk oluşmamıştı içimde: Meral vardı.
Başka bir kare... Kim bilir nerede çekilmiş. Nerede çekildiği belli olmasa da yakın bir tarihte çekildiği belli. Gözüm eline gidiyor annesinin yüzüğünü takmış mı diye? Parmağında başka bir yüzük var. Demek anne sağ... ‘Bir Bulut Olsam’ı yazdığı günler olmalı.
Mevsim yaz, gene Bodrum. “Geldim” diye aramıştı. Gitmemek ne mümkün arar aramaz pılı pırtıyı toplayıp Türkbükü’ne yollanmıştık. Kirlendi diye, gürültülü diye çoktan çekilmiştik oysa bu küçük köyden hepimiz. O hâlâ sadık. Yaman’ı hatırlattığı için olmalı...
Sezen’le başka bir kare... İkisi de gülerek durmuşlar fotoğrafa. Ne zaman ikisinin fotoğrafını görsem aklıma üşüşenler hep aynı: Kulisler, gece kulüpleri, konserler... Ece ve gece... Sezen’nin üstelemesiyle yazılan ilk şarkı sözleri... Gökten düşen ‘üç elma’yla başlayan masal anlatma süreci.
Nasıl ürkek yazdıysa o ilk sözleri, oyunculuğa adım atması da öyle: “Koşun gelin, yanımda durun bunlar beni oyuncu yapacaklar” diye feryat figan açtığı o telefon. İkinci Bahar’daki Kasap Melahat rolü... Samatya’daki set ana baba günü.
Önlüğü takıp satırı kapması, şiveli konuşması istendiğinde bir o eksik, öldürürüm sizi der gibi bakıp satırı sallaması...
Şu felçli günümde bile güldürüyor hala beni.
Bak, hiç aklıma gelip sormamışım: Oyunu bilir, oyunu kurar, oyunu anlatırdı da oyuncu addeder miydi kendini?

Haberin Devamı

DEĞDİ Mİ ULAN DEĞDİ Mİ

Ayşenur Arslan’nın ‘Medya Mahallesi’ başladı. Ölüm haberini duyduğunda akışı değiştirmiş Sırrı Süreyya Önder’i çağırmış konuk olarak. Her ölümde bir ibret, alınacak bir ders vardır diyor Önder. Sonra söz ders alması gereken sefillere geliyor: ‘O kadın öldü’ diye başlık atmışlar.
Bela okumayı sevmem ama okuyorum: Elleri kırılsın diyorum. Çocuklarının yüzüne bakamasınlar diyor o sırada Önder. Bakarlar bunlar bakarlar. Gidip kusuyorum.
Nasıl parçalamaya yeltendiler, nasıl lime lime etmeye uğraştılar o canınla uğraşırken Meral’imi. Değdi mi ulan değdi mi?
Hep aynı fotoğraflar dönmeye başlıyor bir süre sonra ekranda. Bir de Mehmet Barlas’la yaptığı son röportaj. Artık yüzü tedaviden yorgun. Ama ses o bildik ses: Tok, gür, genizden. Tane tane anlatıyor, her zaman olduğu gibi doğru bildiğini.
Bir süre sonra bunalıyor, gidip eski albümleri çıkarıyorum. Ne kadar az fotoğrafımız varmış meğer. Aziz’le Mus iki yanımızda, ortada biz. Yaş günüm... Onca işinin arasında koca bir çift küpe kapıp gelmiş. Mustafa ve Gül Oğuz’un teknesinde keyif çatıyoruz. Benim evde yemekteyiz.
Bir de Kedi Bar’da benimle Mirel’in, iki Figen’nin arasında çektirilmiş bir tane daha. Dilek mi tutmuştu acaba?
Öğleyi çalıyor saat... İnanamazlık geçti, şaşkınlık bitti. Kahredici gerçeklik duygusu sardı her yanımı. Ne halt edeceğim şimdi? Emel’i arıyorum çekine çekine. Yoldaşı, sırdaşı, son zamanını emanet ettiği çocukluk arkadaşı. Sanki ancak o doğrularsa haber doğru olacakmış gibi.
Son umut...

Haberin Devamı

NE HALT EDECEĞİM ŞİMDİ

Sonra iki ilaç yutuyorum peş peşe. Uyuştursun, uyutsun, ne yapacaksa yapsın yeter ki şu cendere gevşesin biraz. Uyutmuyor ama uyuşturuyor. Pelte gibi otururken kanepede gözüm iri siyah bir yün yumağına ilişiyor. Luda örsün diye almıştım. Ben örmeye başlıyorum. Bir ters, bir yüz... Bir o, bir ben. Bir geçmiş, bir şimdi. “Sevdiği Yaman’ına kavuştu” diyor ekranda bir-iki kişi. Umarım öyledir. Dilerim öyledir. De... Ben ne halt edeceğim peki? Kahredici gerçeklik duygusu sardı her yanımı...
Ne halt edeceğim ben şimdi?

Yazarın Tüm Yazıları