Kar İstanbul'a, sis gibi, pus gibi deli esen lodos gibi çok yakışıyor

‘İstanbul'dan ne zaman biraz uzaklaşsam, döndüğümde bir karış suratla bulurum onu.

Tarih boyunca kadına benzetile benzetile sonunda hakikaten kadınsı huylar edinmiş şehir, bana kendimi kötü hissettirmek için sanki açığımı kollar.’

Cümle benim değil. Tuna Kiremitçi'nin.

Bu İşte Bir Yalnızlık Var adlı kitabının hüzünlü kahramanı Memet iki günlüğüne gittiği Adana'dan döndüğünde İstanbul onu böyle karşılıyor.

Bu şehrin bize sunmadığı güzellik, etmediği azizlik yok. Katılıyorum.

Öyle Adana'ya falan gitmemiş, birkaç günlüğüne -o da zaruretten- karşı kıyıda konaklamıştım.

Her işi; planları, projeleri, toplantıları, ödemeleri, avukata, notere, sinemaya gitmeyi, bu arada bir arkadaşımla buluşup yarenlik etmeyi, yarenliği yazıya dökmeyi ertelemiş eve dönünce yaparım demiştim ki, İstanbul'un azizliğine uğradım.

Bütün bunları yapmayı tasarladığım gün kalktım ki ne göreyim?

Kar yağmış.

Daha da beteri, yağmakta.

Lapa lapa yağan kar, lapa lapa yağan huzurdur diyenlere inanmıyorum.

Evde oturuyorsanız, oturacaksanız, ne alá.

Kar bu şehre, sis gibi, pus gibi, deli esen lodos gibi çok ama çok yakışıyor.

KİMSEYİ BULAMAYINCA EVDE OTURMAYA KARAR VERDİM

Ama çıkacaksanız, çıkmak zorundaysanız o zaman durun, düşünün derim.

Bilirim: Trafik felç olacak, verilen randevulara iki saat geç kalınacak, cep telefonu o aceleyle çıkılırken evde unutulacak, geç kalındığının haberi bekleyene iletilemeyecek, tırnaklar kökünden yenecek, sigara üstüne sigara içilecek, sonunda gidilecek yere varıldığında boş yere eziyet çekildiği anlaşılacaktır.

Bütün bunlar sizin başınıza gelmese bile ötekinin başına geleceği için sonuç değişmez: Binbir zorlukla gittiğiniz yerde sizi kimse beklemez.

İstanbul beyaza kestiğinde hiçbir iş yolunda gitmez.

Sabah insanı sevindiren, çocukluk günlerine döndüren kar, akşam olmadan çamura ve kabusa dönüşür.

Yılların tecrübesi: Öncelikli olmayan bütün işleri güzel havalara erteledim.

Yazı için de bu hafta birlikte çıkarız diye düşündüğüm arkadaşlarımdan uzak semtlerde oturanları eledim, Bebek-Tarabya hattına kilitlendim.

En kötü ihtimalle yürüyerek gideriz, düşe kalka döneriz.

Birinin telefonu cevap vermiyor.

Diğeri İstanbul dışındaymış.

Bir diğeri burnundan soluyor, bırakın yemek yemeyi, yiyecek adam arıyor.

Beşinci denemeden sonra pes ettim. Evde oturmaya karar verdim.

İyi de nereyi, kimi yazacağım?

Dışarı çıkmaya gönüllü olmadığıma, bu saate kadar da çıkacak kimseyi bulamadığıma göre bana bir hinlik gerek.

Seçenekleri bir bir dizdim, işime gelmeyenlerin üstünü çizdim.

Böyle günlerde yapıldığı üzere okur mektupları yayınlayamam: Gelen mektupları ancak yanımda biri -bilgisayar kullanan biri- varsa okuyabiliyorum. Yok öyle ''Geç Compaq'ın önüne, www yaz, gelen postanı oku, bir zahmet cevapla'' becerim.

Yemek tarifleri veremem: Yılbaşı arifesi bu hakkımı kullandım.

Aile büyüklerinin beni hep güldüren ziyafet hikayeleriniyse geniş zamanlara saklıyorum.

Fena da olmazdı hani, dedemin, kılıbık olduğunu cümle alemin bildiği dedemin, gittiği gideceği tek avda, vurduğu vuracağı tek ördeğin hikayesi.

Muzaffer komutanlar gibi elinde ganimeti eve dönen dedem, babaannemin el kadar olduğunu söylediği ördeği özenle kara gömmüş. Sabah da ördeğin yerinde yeller estiğini görmüş. Zavallıdan arda kalan tek şeyi, didiklenmiş teleği almış, bir karanfil iliştirir gibi ceketinin yakasına iliştirmiş ve evdeki kedilere düşman kesilmiş.

Kıssadan hisse çıkarma uzmanı babaannem ‘‘Avcılar kedi düşmanı olurlar‘‘ derdi de başka şey demezdi. Avcıları sevmez, av eti yemezdi.

YILLANMIŞ BİR KONYAK TAM BU GÜNLER İÇİN

Başka ne yazılır?

Söz konusu yazı yemek ve lokantayla sınırlı olmasa nasıl tembellik edildiği yazılır. Yazılabilir.

Tembelliğin insan hak ve hürriyetinin vazgeçilmez koşulu olduğundan söz edilir. Edilebilir.

Günün mana ve ehemmiyeti göz önünde bulundurulup aylarca okunmamış kitapların, örneğin KAR'ın kapağı kaldırılır, ahkam kesilir. Kesilebilir.

Daha da içlenilmişse şiir kitapları raflardan iner; gece vakti dostlar uyandırılır.

Eskilerden bir plak, çalmaktan çizilmiş bir plak, yıpranmış kılıfından çıkarılıp pikaba konur, cızırdayan bir ses odayı doldurur: Naim Dilmener'e selam yollanır.

Mecal kalmışsa, şömine yakılır.

Kar yağmaya devam eder.

Yıllanmış bir konyak böyle günleri bekler.

Tombul bardaklar bulunur, iki parmak içki konur, uzun uzun koklanır.

Sonra bir yudum alınır.

Sonra bir yudum daha.

Sonra bir yudum daha.

Kar yağmaya devam eder.

ÖZLEMEYE BAŞLAYINCA HERKES SIRAYA GİRER

Boğaz yalnız karlı havalarda büründüğü o garip renge bürünür: Ne mavi ne gri, ne cam göbeği. Olsa olsa tirşe.

O tirşe sizi alır, Ömer'in aylarca bıkmadan usanmadan denizaltılarını çizdiği, gelen geçenin uğramadan gitmediği Hisar'daki eve götürür.

Burnunuzun direği sızlar.

Kar yağmaya devam eder.

Mim Kaf'ı özlersiniz.

Özlemeye başlamaya görün. Herkes sıraya girer. Hepsiyle geçirilmiş karlı gece masalları, derinlerden gelir karşınıza dikilir.

Teşvikiye'deki çatı katından Memed gülümser.

Gözlüğünü düzeltir, içkinizi tazeler.

Kar yağmaya devam eder.

Son oyununu yazmaktansa oynamayı yeğlediğini söyler.

Hep şaşırtmayı sevmişti, dersiniz.

Sonra sorular...

Ali hálá kontrbas çalıyor mu?

Yunus, sihirbazlık yapıyor mu?

Emoçi'nin yangını söndü mü?

Sina, beyaz saçlı güzel kadın. Kim bilir nerede, hangi şehirde?

Ya Ahmet? O şimdi nerelerde?

Silsile.

Mendebur kar.

Yağmaya görsün!

Herkesin çıkınından bir Rosebud, benden böyle bir yazı çıkar.
Yazarın Tüm Yazıları