İstanbul'un en şık giyinen adamıyla sohbet

Her sabah saat yedi sularında evin yanındaki parkta bir koşuşma başlıyor.

Koşuşma değil: Uçuşma.

Nereden geldiğini bilmediğim yüzlerce güvercin yüksek ağaçların uç dallarına konup beklemeye başlıyor.

Tam yediyi on geçe hepsi havalanıyor.

Onlar havalandıklarında elinde mavi torba taşıyan adamın yaklaştığını anlıyorum; birazdan köşeyi döner.

Yaz kış demeden her sabah aynı saatte mahalledeki kuşları besleyen kuş severle selamlaşıyoruz. Ben camda, o tek tek her birini tanıdığına inandığım kuşlarının arasında, parkta.

Elini torbasına atar atmaz kuşların çıkardıkları sesleri, attıkları taklaları, birbirlerini atlatmak için yaptıkları numaraları anlatmak kolay değil. Görmek gerek.

Yem verme işi bitiyor. Hepsi geldikleri yerlere gidiyor.

Adam da kuşlar da.

Meydan artık balıkçılara musallat martılara kaldı.

Bir de görmüş geçirmiş iki yaşlı kargaya.

Hemen hemen bütün arkadaşlarım iflah olmaz hayvan severler.

Kedili köpekli evlerde yaşadık biz: Şaşkın Cumali, tırsık Godot, soylu Zeynep, kara Kedi, obur Oğlum, zevzek Çırçır, Koska, Hayta.

Ama kuş?

Sadece Cengiz Çandar'la Tuba'nın papağanı geliyor aklıma.

Cengiz bir Orta Afrika yolculuğundan elinde minicik gri bir papağanla dönmüştü.

Araştırıldı, buluşturuldu, büyük bir kafes alındı.

Cengiz eve girer girmez bizlere selam etmeden mutfağa seğirtiyor, kuşunun yanına gidip, bıkmadan usanmadan adını tekrarlıyordu: Cen-go! Cen-go!

Çocuklarının ağzından çıkacak tılsımlı iki heceyi heyecanla bekleyen genç babalar gibi o da umutla bekliyordu... Ha bugün ha yarın...

Nedense papağanların alacalı bulacalı, göz kamaştırıcı olduğunu sanan bizler bu kavruk gri papağandan bir şey anlamaz, biraz da Cengiz'i kızdırmak için ‘‘Bu kuş çirkin‘‘ diye tuttururduk: ‘‘Üstelik konuşmayı da bilmiyor‘‘.

Cengiz yılmadı usanmadı aylarca kuşa ders verdi.

Kuş, Cengiz'e inat önce ‘‘Tuğbiş‘‘ dedi. Sonra da uçtu gitti.

Başka?

Başka kuş sever tanımıyorum.

Daha doğrusu Mehmet Bahçecik ile tanışana kadar tanımıyordum, demeliyim.

GÜVERCİN SOHBETİ

Mehmet ünlü bir kuaför.

Ama ondan da önemlisi evinin bahçesine kuş evleri yaptırtacak, bunları tanıdığı mimarlara çizdirtecek, beş yüzü aşkın güvercinini her sabah salacak, onların uçmalarını, taklalarını görmeden güne başlayamayacak kadar tutkulu bir kuş sever.

Geçen akşam Sunset Grill Bar'da buluştuk ve ister inanın ister inanmayın saatlerce güvercinlerden konuştuk: Güvercinlerden, bir de onun Kırşehir'den başlayıp İstanbul'da süren başarı öyküsünden.

İkisi de insanı sersemletiyor.

Güvercinlerden başlayayım: Biz güvercin deyip geçeriz ya, otuza yakın çeşidi varmış ve hepsi de birbirinden farklıymış. Çarçuri, Amboski, Nudi...

Ön tepeliler, arka tepeliler, peçeliler...

Ön tepelilerin başlarında bir perçem varmış. Arka tepeliler daha sıradanmış.

Akhisarlılar beyaz olmasına beyazmış da alamet-i-farikaları başlarında ve kuyruklarındaki siyah noktalarmış.

Taklacılar Mardin'den çıkarmış..

Adana ve Urfa'da güvercin yarışları yapılır en güzel güvercin sahibi ödül alırmış.

Erzurum'dan güvercin atılırmış. Bileklerine halka takılan kuşlar gözcüler tarafından izlenir, uzun uçan, yere konmayan ve elbette hedefe ilk varan kuş kuşların şahı seçilirmiş.

Konya güvercinleri Konya'ya benzerlermiş. Gururlu guruldarlarmış.

Güvercin bu... Sınır serhat dinlemez...

Bağdat, Sofya, Viyana ve elbette İstanbul... İşte bu şehirler Osmanlının kaleleri, kale önleri, güvercin başkentleriymiş.

Bağdat'ın nudilerine son yıllarda Saddam kuşu adını takmışlar.

Saddam ve güvercin, gülmeyin!

Açık artırmalar, on milyondan üç yüz milyona değişen fiyatlar, yazılan kitaplar, yapılan araştırmalar, haberci güvercin yetiştiricileri, dağ başı gözlemcileri, yemcileri, salıcıları, bakıcılarıyla ayrı bir dünya bu: Güvercin dünyası.

Ve o dünyanın ortasında bir adam: Bahçecik.

KIRŞEHİR'İN KÖYÜNDEN

Mehmet Bahçecik Kırşehir'de doğmuş. Kırşehir'in bir köyünde.

Kuşlara gönül vermesi çocukluk yıllarına dayanıyor. Artık soyadının son hecesindeki Cik'ten mi, kerpiç evin damına tüneyen kuşları izleyerek geçirdiği çocukluk gecelerinden mi bilmem, kendisini bildi bileli kuşları sevmiş, kuş beslemiş.

Yıl 1956.

1956'nın Ankara'sında tam Kızılay Meydanı’nda ünlü mü ünlü bir kuaför salonu varmış. Sahibi Kırşehirli. Yanında çalışanların hemen hepsi hemşerisi.

Müşterilerse Hasan Polatkan'ın, Adnan Menderes'in, kısaca o yılların Ankara'sının önde gelen isimlerinin eşleri.

Bu Ankara'yı fetheden kuaförün namı çok geçmeden Kırşehir'e ulaşıyor.

O yıllarda Mehmet Bahçecik, gencecik.

Tutturuyor: Ankara'ya gidecek, o ünlü dükkanın kapısından girecek ve bu mesleği öğrenecek.

Baba bu inatçı, Ankara'ya gitmeyi ne olursa olsun aklına koymuş çocukla baş edemeyip yola koyuluyor.

Gel gör ki Mehmet dükkan kapısından adımını attığı anda tutuluyor. Adını soran patrona öldür Allah ‘‘Mehmet‘‘ diyemiyor. Kekeliyor.

Adam babasına dönüp bu işin her şeyden önce müşterilerle iyi ilişki kurma sanatı olduğunu, Mehmet'e başka bir yol çizmenin daha doğru olacağını söylediğinde öyle ağlamış ki büyük patron dayanamamış, onu işe almış.

Sunset'te manzaraya nazır masamızda bir yandan tam kıvamında gelen etimi yer, bir yandan Mehmet'in titizlenerek seçtiği şarabımı içerken düşündüm: Bir işte iyiyseniz, üstelik en iyilerden biriyseniz geçmişiniz artık bir masal: Anlatılan, öykünülen.

Kıssadan hisse çıkarılan.

Mehmet devam ediyor: Yıllarca uzun tatil yapmadığından Alanya'da bir pansiyonda on gün kalacağına, Valtur'da üç gün kaldığından, giyimine bunca özen göstermesinin bir şımarıklıktan çok bir zorunluluk olduğundan, ünlülerle geçen yıllarından, önüne koyduğu hedeflerden, ödediği bedellerden, gittiği ülkelerden, hovarda gençliğinden, yanında çalışan yeğenlerinden, İstanbul'un benim bilmediğim başka bir yüzü, kadınlar cumhuriyetinden, orada yapılması gereken ince ayarlardan, başarının başarıyı kovaladığından, estetiğin hayatına vurduğu damgadan söz ediyor.

Bir de elbet güvercinlerinden.

Her sabah sekizde eline kahvesini alıp gittiği güvercin evinden.

Kuş evinin kapısını açar açmaz, kuşların havalanmasıyla içindeki kuşların da havalandığı o özel kuşluk vaktinden...

Karşımda jumbo karideslerini müthiş bir zarafetle yerken sorduğum her soruya dolambaçsız cevap veren bu yakışıklı ve İstanbul'un belki de en iyi giyinen adamına bakıyorum.

Gözleri parlıyor: Haklı.

Bu en çok onun hakkı.

SUNSET GRILL BAR YEDİĞİM EN LEZİZ ET

Sunset'in adı boşuna Sunset değil.

İstanbul'daki en güzel gün batımları Adnan Saygun Caddesi, Yol Sokak 2 numarada, Ulus Parkı'nın içindeki bu lokantadan izleniyor.

Tepeden Boğaz'a, karşı yakanın tutuşan camlarına bakıyorsunuz.

Yaz aylarında bahçe ve bahçedeki bar, kış aylarında taşınılan bu ferah, şık iç mekan, iyi yemek yemek isteyenlerin uzun yıllardır en gözde adreslerinden biri.

Şef Gazi Akyol.

Mesleğe 1968'de Galata Kulesi'ndeki turistik lokantada başlamış.

Sonra Şamdan Grubu'na geçmiş, 10 yıldır da Sunset'te.

Her sezon, yaz ve kış aylarında mönüye yeni yemekler ekleniyor. Bu kışın en sevilen yemeği Sunset Filet imiş. Ben de ondan yedim.

Etimin nasıl pişmesini istediğimi soran garsona kuşkulu gözlerle baktım.

İstanbul'da orta deyince pişmiş, pişmiş deyince yanmış, kanlı deyince orta karar et yemeye alışmıştım.

Dayanamadım ukalalık ettim: Az pişmiş olsun ama gerçekten az pişmiş dedim.

Bleue mü diye sordu.

Ağzımın payını aldım.

Ve uzun süredir yediğim en leziz eti Sunset'te tattım.

Rezervasyon şart.

Kişi başı 60-70 milyon.

Şarap seçenekleri mevcut.

Tel: 0212 287 03 57
Yazarın Tüm Yazıları