Fransız hakemler

Bülent Yavuz'a diyorsun ki, ‘‘Bu İstanbul Boğazı.’’ O da diyor ki, ‘‘Benim ağzım kırmızı biberden yandı.’’ Bak Bülent, hakem demek, hakim demek, güvenilir insan demektir. Sana kimse güvenmiyor ki...

Antalya'ya Spor Yazarları Semineri'ne gittim. İlk oturumda, Bülent Yavuz'la beraberiz. Bülent Yavuz anlattıkça anlatıyor. Askerlikten kalma bir alışkanlık olsa gerek, mikrofona fazla bağırıyor. Herhalde daha tesirli olduğunu zannediyor. Bence yanlış, o hatayı yapmasın.

Bülent Yavuz'a soruyorsun. Diyorsun ki, ‘‘Bu İstanbul Boğazı.’’ O da diyor ki, ‘‘Benim ağzım kırmızı biberden yandı.’’ Yahu arkadaş, kestirme cevap ver, tık diye cevap ver, iş bitsin. Veremezsin. Niye? Yanlış çok fazla. Doğru yapsan zaten seni seminere çağırmazlar. Yanında ve karşında kimse olmaz. Tek sen konuşursun. Nasıl doğru yaptığın hakkında bilgiler verirsin. Herkes de feyiz alır.

Bülent'e soruyorum. Diyorum ki: ‘‘Türkiye'nin en çabuk hücuma çıkan, yani kontratak yapan iki takımının maçına Türkiye'nin en koşamayan hakemini veriyorsun. Bu, yanlış tayin değil mi? Çünkü bu takımlar yarın bir gün ikinci olacaklar. Ona mücadele ediyorlar. Çünkü önümüzdeki yıl, ligde birinci olan takım Şampiyonlar Ligi'nde bir ön eleme, ikinci olan takım iki ön eleme oynayacak. Türkiye Kupası da bu yıl çok önemli. Çünkü Kupa-2'deki takım adedimiz azaldı. O zaman hakemlik çok önemli.’’

Dön baba dönüyor

Bülent Yavuz
şu cevabı veriyor: ‘‘Muhittin Boşat çok dürüst bir çocuktur. Yanlış anlamayın, seyahate çıksam, karımı ona emanet ederim.’’

Biz yanlış anlamayız Bülent. Zaten Muhittin'e ‘‘karaktersiz, üçkağıtçı, dürüst olmayan biri’’ demiyoruz ki. ‘‘O maçı kaldıramaz’’ diyoruz. Nitekim kaldıramıyor. Yani Bülent, ‘‘benim tayinim yanlıştır’’ demiyor, dön baba dönüyor.

Başka bir soru geliyor. İstanbulspor-Konyaspor maçında, hani şu meşhur, tribünden davulun atılıp, golün verildiği maçla ilgili. İzleyenler, bu karar verilirken 7 ile 10 dakika arasında bir sürenin geçtiğini söylüyor. Bülent Yavuz görüntüye bakarak konuşuyor. Yardımcı hakemin hareketini ondan başka gören yok. Yani bir maçın neticesini hakem 7 ile 10 dakika arasında belirliyor. Aslında Bülent Yavuz'u da çağırsaydı, kararı hep beraber birkaç saat soyunma odası muhabbetinden sonra verselerdi iyi olurdu.

Kitap ne diyor? Bu tip konularda makul bir süre. Bülent Yavuz için 1 dakika da makul, 31 dakika da.

Kafana göre yorum

Dönüyoruz F.Bahçe-Rize maçına.Bülent Yavuz, ‘‘Burada kural ihlali yok’’ diyor. Yönetmelikten, başka şeylerden bahsediyor. Kural ihlalini kabul etmiyor. Yahu Bülent, peki o zaman bu maç niye tekrar edildi? ‘‘Bize sormadılar’’ diyor. Her şeyi bırak, Ali Aydın'ın açıklamaları var rapordan daha önemli. Hem de canlı canlı. Çünkü Ali Aydın'a eğer sen, Futbol Federasonu üst düzeyi iki-üç kişi ile yaptığın telefon konuşmalarından çıkan neticeyle istediklerini yaptırabilseydin, bugün o maç tekrar edilmeyecekti. Yani oyun kuralı ihlali olmayacaktı. Zaten sen, önce telefonla ‘‘değil’’ dedin, sonra da araya aracılar soktun. ‘‘Bu oyun kuralı ihlali, kurtar beni’’ diye.

Bülent, oyun kuralları kitabının 26. sayfasında, yani Kural-12'de fauller ve fena hareketlerde, ‘‘ihraç verilecek haller’’ diye 7 ayrı madde var. 7. madde diyor ki: ‘‘Aynı maçta oyuncu ikinci bir ihtar alırsa, kırmızı kart gösterilip, ihraç edilir. İhraç edilen bir oyuncu, teknik alan ve oyun alanının çevresini terk etmelidir.’’ Sen, bırak teknik alanı ve oyun alanının çevresini bile terk ettirecek adamı, maça devam ettiren karara, ‘‘oyun kuralı ihlali değil’’ diyorsun.

Kimse güvenmiyor

Bak Bülent, hakem demek, hakim demek, güvenilir insan demektir. Ağzından çıkan sözlerin inandırıcı olması gerek. Yani ben, ona güvenmeliyim. Yani, kamuoyu ona güvenmeli. Bunlardan dolayı sana kimse güvenmiyor Bülent. Haliyle hakemlerine de güvenmiyorlar. Eğer bugün Ali Aydın'a, yaptığı büyük hatadan dolayı bir destek çıktıysa o, gruptaki istisna kaideyi bozmaz isimlerden biri Ali Aydın olduğu içindir. Böyle devam edersen de geleceğin kötü. İngilizce bilen hakemler, öncelikli olacakmış. Futbola Fransızlarsa ne olacaklar?

Mevsimlik cezalar!

FATİH Terim hakeme hakaretten bir ay hak mahrumiyeti cezası aldı. Sezon içinde bu tip cezalar, teknik adamlara ve yöneticilere çok veriliyor. Ama Fatih Terim isminden ve G.Saray'dan dolayı bu, gündemde fazla kaldı.

Şimdi şöyle bir düşünelim, işi tersten alalım. Bundan sonra biraz akıllı ve dikkatli bir teknik adam, eğer hakeme hakaret edecekse, devre arası ve yıl sonuna göre cümle kurması gerekir. Eğer sezonun yarısında bunu yapacaksa, yani bir aylık sürede, mesela hakeme ‘‘senin ...’’ demeli. Yok, intikamı daha acı olacaksa, o zaman sezon sonunu beklemeli. Yani iki aylık arayı. O zaman hakemin yalnız kendisini değil, hafif yakın akrabalarını, hatta federasyonu bile katabilir. O zaman da iki ay alır. Kışın alacağı bir aylık cezayı, kayak merkezlerinde kayarak, yazın alacağı iki aylık cezayı da deniz kenarlarında kumların üzerinde güneşle vücut kebabı yaparak geçirir.

Her şeyi değiştiriyorsunuz, tabii işinize gelince. Bu yönetmeliği de değiştirin. Teknik adamlar da futbolcu gibi olsunlar, maç cezası alsınlar. Doğrusu da bu. Ama babalar başka işlerle meşgul oldukları için böyle ufak şeylere bakmıyorlar.

Namuslular yanıyor

MALİYE bir şeye başlıyor, sonra duruyor, sonra geri dönüyor. Çek ne demek? Vakti sınırlı iş adamının banka işlemlerini yapmadan kendi ismini, namusunu, şerefini yazdığı ufak bir koçan. Kağıt parçası ama önemli. Senet ne demek? Çekten farklı. Karşılıklı bir anlaşmanın veya alışverişin kağıda dökülmesi. Bazıları derler ya; ‘‘sözüm senettir.’’ Hiç siz ‘‘sözüm çektir’’ diyen insan gördünüz mü? Neden? Çünkü çek demek, kayıtsız şartsız para demektir. Eğer bazı kurallara ve iyi niyetlere uymazsanız gidip anında paraya çevirebilirsiniz veya kırdırabilirsiniz. Eskiden bir ara hapis cezası olan çek, şu sıralar öyle sulandırıldı ki, eskisinden de kötü oldu. Her yeni konan bir cümle ve kelime onu sulandırdı. Vadesinde ödemeyen kazanıyor. Avukata verip hukuk yoluyla almaya kalksanız avukatlar ve mahkemeler kazanıyor. Kim yanıyor? Çeki alan. Onu kim koruyacak? Devlet. Yani babamız, devlet babamız. O kimle uğraşıyor. Annenizle.

FATURAYI BİZ ÖDÜYORUZ

HER yıl bitiyor, yenisi heyecanla karşılanıyor. Hep boş laflar, hikayeler... Daha fazla para, daha güzel bir hayat ve de sıhhat. Üçü için ne yapıyoruz? Hiçbir şey. Hükümetler yıllarca ne yaptı? Onlar, geçtiğimiz 15 yılda kendilerine ve bizlere Lale Devri'ni yaşattılar. Bol faiz, yüksek borsa, milyon dolarlara evler, yalılar, yatlar, uçaklar... Şu anda yatlar kayboldu, uçaklar indi, yalıların fiyatları yarı yarıya düştü.

Bu Lale Devri'nde İstanbul'dan özel uçaklara binip Göcek'e, Marmaris'e, Antalya'ya öğlen yemeklerine gidiliyordu. Şimdi faturaları burnumuzdan gele gele ödüyoruz. Futbolu bunlardan ayıramazsınız. Futbolculara inanılmaz paralar verildi. Kulüp harcamaları, seyahat harcamaları rüya gibiydi. Bu, Futbol Federasyonu'ndan bazı 3. Lig kulüplerine kadar uzandı.

Kulüpler borç batağında

Şimdi geldiğimiz noktaya bir bakalım. Milli Takım koftiden bir gruptan çıkamadı. Şenol Güneş hala bırakmıyor. Kulüplerimiz Şampiyonlar Ligi'nde yok. Bazı takımlar -içlerinde bazı büyükler de var- borç batağında. F.Bahçe'nin borcu ve alacağı ne kadar? Aziz Yıldırım ve Ali Yıldırım'dan başka bilen var mı? G.Saray'ın borcu malum. Futbol oynayacak sahaları bile yok. Trabzonspor borçlu. Onların gelir kaynakları da yok. Bir tek Beşiktaş, ayağını yorganına göre uzattı.

Önümüzdeki sene naklen yayın ihaleye çıkacak. Acaba DigiTürk ne kadar para verebilecek? Veya ona rakip çıkabilecek mi? Kulüplerin şu anda ayakta durmasını sağlayan tek kaynak, naklen yayın gelirleri. Yarın bir gün büyükler ‘‘biz kendi televizyonumuzu kuracağız’’ derlerse, havuzu parçalamaya kalkarlarsa ne olur? Bunların hepsi çok uzakta olmayan ihtimaller. Bir kulüp var; tesislerini bitirmiş, bankada 20 milyon doları olan. O da G.Birliği. Ama İlhan Cavcav diyor ki: ‘‘Bu para önemli değil, iki günde biter. Artık banka faizleri de düştü, giderlerimizi kısmalıyız.''

Gidişat iyi değil

İlk yarı bitti, statlar bomboş. Juventus'u yenen G.Saray'ın İstanbulspor'la Güngören'de oynadığı maça 1700 G.Saraylı gidiyor. Açık ara önde giden Beşiktaş'ın İnönü'deki Rize maçında 11 bin seyirci vardı. Ligde heyecan kayboldu. İşin daha da kötüsü, iyi futbol oynayan takım adedi çok az. Ben salt futbolu seven, kulüp tutmayan bir vatandaş olsam, hangi takımların maçlarına giderim? Şöyle bir sayalım...

Öncelikle G.Birliği. Sonra Beşiktaş, Denizli, Malatya, Gaziantep, İstanbul. Zaman zaman da Samsun. Diğerleri vasat veya kötü. Peki, ben bir maça gidip keyif almazsam niye gideyim? Hakemler mi? Onlar kötü değiller. Haklarını yemeyelim. Çok kötüler.

Profesyonel insanlarız. Bu işten para kazanıyoruz. ‘‘İyi tarafına bakalım’’ diyoruz, zorluyoruz ama kötü tarafı iyi göstermiyor. Maalesef futbolumuzu idare edenler de yaptıkları hataları kabul etmiyorlar. İşin en kötü tarafı da zaten bu ya.

Yürekleriniz yetiyorsa...

HANİ şu meşhur HSBC'ye yapılan bombalı saldırı var ya, o kamyonetle ilk burun buruna gelen güvenlik görevlisi Koray, 23 yaşında, pırıl pırıl bir genç. Bankaya gireli 20 gün olmuş. O anda onu yerden parçalanmış kafatası, dışarı çıkmış beyni, kırık vücudu ile hastaneye kaldırmışlar. İstanbul'da yapılan operasyonlardan sonra, Ankara'daki Bilkent yanındaki dünyada diğer bir eşi Amerika'da olan Gülhane Askeri Hastanesi'ne bağlı rehabilitasyon merkezinde yatıyor.

Futbolu çok seviyormuş. Haber gönderdiler, ‘‘ziyaret edersen çok mutlu olur’’ dediler. Gittim. Ben, televizyonlardan ve gazetelerden o görüntüleri hatırlıyorum ve o görüntülerin evvelsi günkü Koray olduğuna inanamıyorum. Müthiş bir azim, müthiş bir yürüme, koşma, konuşma isteği. Koray'dan çıkıyorum, başka tekerlekli sandalyeli hastalar... Sarılıyoruz, öpüşüyouz. Kimisi koltuk değneği ile. Onlar da PKK ile savaştan bu hale gelmişler. O, Atatürk'e dil uzatanları düşünüyorum, nasıl hala konuşabiliyorlar şaşırıyorum.

Onlar zaten Meclis’te

Sonra bir anda kendime geliyorum. Şaşırmama gerek yok. Onlar zaten Meclis'te. Oraya kadar geldiler. Bir tek denemedikleri yer kaldı; Silahlı Kuvvetler. Yarın oraya da girecekler. Çünkü, minareyi çalarken kılıfı zaten hazırlıyorlar. Dört-beş kademe sonrayı düşünerek hareket ediyorlar. Hiçbir gün gerçek yüzlerini göstermediler, göstermeyecekler de.

Aslında onların da fazla suçu yok. Bizim enteller var ya, hani hep yazdılar, ‘‘cumartesi anaları’’ diye. Onların anaları cumartesi anasıydı, bizim analarımız hangi günün anasıydı? Ama hep onların tuzağına düştük. Biz ne mi olacağız? Ben kendimi değil, çocuklarımızı düşünüyorum. Onlar hızla uçuruma doğru gidiyorlar. O Meclis'te ilk tezkereyi çıkarmayanlar alsınlar ellerine Koray'ın ilk günkü fotoğraflarını, gelsinler o Bilkent'in yanındaki rehabilitasyon merkezine. Bir de kendi aile fotoğraflarını yanlarına koysunlar. Eğer yürekleri yetiyorsa...

Kendine müslüman

YILBAŞI gecesi çarşamba... Perşembe de tatil. Eğer hükümet, cuma günü idari izin verseydi, 4 günlük bir grup tatil olacaktı. Hiç olmazsa iç turizmde kımıldama olacaktı. Zaten milletin morali bozuk, hiç olmazsa insanlar zihinsel olarak rahat ederlerdi. Niye yapılmadı...

Ramazan Bayramı'nda veya Kurban Bayramı'nda böyle bir rastlantı olursa iş şipşak çıkıyor. Neden? Çünkü onlar dini bayramlar. Din kardeşlerimiz, yani hepimiz bu nimetlerden faydalanalım diye. Peki yılbaşında niye verilmiyor? Bazı din kardeşlerimize yılbaşı ters geliyor. Onlar için yılbaşı diye bir kavram yok. Onun için bir gün tatil verilmeyerek diğerleri cezalandırılıyor. Yani bizim gibi müslüman olup, onlar gibi müslüman olmamışsan. İşin tehlikeli boyutu da zaten bu. Nasıl müslüman? Kime göre müslüman? Ama şu bir gerçek ki, işin aslı herkes kendine müslüman.
Yazarın Tüm Yazıları