Berlin’de AB’ye karşı yeni bir dil

BERLİN
CUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün önceki gün Almanya yolundaki açıklamalarını, dün de Berlin’deki Başkanlık Sarayı’nda ev sahibi Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff’la birlikte yaptığı basın toplantısını izledikten sonra son dönemde Türkiye’nin karar vericilerinde gözlemekte olduğum bir yönelişin üstünde durmak istiyorum.

Türkiye’nin, bir süredir tam üyeliğin akıbeti konusunda Avrupa Birliği’ne karşı kullanmakta olduğu yeni bir dil var. Bu dil, Türk ekonomisindeki olumlu gelişmeler ve Arap Baharı’nın tavan yaptırdığı özgüven faktörüyle birlikte artık iyice yerleşmiş bulunuyor.
AB karşısındaki bu yeni dili, tam üyelik konusunda bugünden ısrarcı olmamak, bununla birlikte tam üyeliğe giden müzakere sürecinden de çıkmayıp sonucu zamana bırakmak politikası şeklinde özetleyebiliriz.
* * *
Türkiye’nin resmi söylemi haline gelen bu yeni çizginin gerisinde, Türk ekonomisinin son dönemde büyüme alanında sağladığı etkileyici performans kuşkusuz önemli bir rol oynuyor. Örneğin Gül, dün Alman muhatabının yanında Türkiye’nin yılın ilk 6 ayında gerçekleştirdiği yüzde 10.2’lik büyüme ile dünya birincisi olduğunu vurgularken, bunun verdiği özgüven duygusuyla konuşuyordu.
Cumhurbaşkanı, bu gezideki mesajlarında her seferinde Türkiye ile Almanya’yı Avrupa içinde ekonomik düzlemde aynı lige yerleştiriyor, ekonomik göstergeler itibarıyla “Avrupa’nın iki sağlıklı ülkesi” olarak tanımlıyor. Bu cümle tersinden okunduğunda, tabii kalan bütün Avrupa’yı “sağlıksız” ilan etmiş oluyor.
Ekonomiyi “siyasi güç” faktörü tamamlıyor. Gül, siyasi düzeyde de Almanya ile Türkiye arasında kuvvetli bir ilişki olması gerektiğini vurguluyor, hatta Almanya-Fransa işbirliğine benzer bir model öneriyor. Cumhurbaşkanı, bu çerçevede Almanya’nın “tarih boyunca Doğu ve Ortadoğu’ya baktığına” dikkat çekip, Berlin’in bu stratejik düşünme geleneği içinde Türkiye’ye daha yakın durması gerektiği mesajını vermiş oluyor.
Bu noktada Avrupa Birliği’ne karşı ne kadar nazik ifadelerle söylenirse söylensin yine özgüven etkisiyle bir “yukarıdan bakış”ın da belirdiğini görüyoruz. Bu çerçevede Gül’ün önceki gün uçakta sarf ettiği şu sözlerinin altını çizmeliyiz: “AB dünyadaki, uluslararası siyasi arenadaki önemli siyasi olaylarda kayıp bir oyuncu gibi, bir etkinliği yok. Türkiye aslında tek başına AB kadar etkin bir rol alıyor. Bu da şüphesiz Türkiye’nin cazibesini, ona verilen dikkati çok artırıyor.”
* * *
Gül’e göre, AB bu noktada “düşmemek için bisikletin pedalını çevirmek istiyorsa”, bunun yolu “Türkiye’yi kucaklamaktan” geçiyor: “İşte pedallarını çeviremiyorlar ve düşüyorlar da... Pedalı çevirmek işte herkesle kucaklaşmaktan, daha büyük bir Avrupa’dan, Avrupa’yı böyle içe kapamamaktan ve Türkiye ile beraber olmaktan geçer. Türkiye’nin sağladığı büyük fırsat budur.”
Arap Baharı’nın Türkiye’nin uluslararası politikadaki konumunu belirgin bir şekilde yükseltmiş olması bu özgüvenin bir diğer önemli dayanağı. Gül, bu haliyle Alman muhataplarının karşısına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Kuzey Afrika gezisinin Batılı merkezlerde yarattığı merak ve ilginin rüzgârıyla da çıkıyor. Wulff’un dünkü açıklamaları da bu ilgiyi teyit eder nitelikteydi.
Özetle, Gül’e göre, AB’nin hem yeniden büyümeye geçebilmesi hem de uluslararası politikada etkili olabilmesi için bütün kapılar Türkiye’ye çıkıyor.
* * *
Başa dönersek, bu ekonomik ve siyasi mülahazalar, Türkiye’nin AB’ye tam üyeliği söz konusu olduğunda, eskiye kıyasla daha soğukkanlı, daha kontrollü, hatta “siz bilirsiniz...” kartını da hissettiren bir söyleme tahvil oluyor. Bu bağlamda Gül’ün dünkü şu sözlerinin de altını çizmeliyiz:
“(Türkiye’nin AB tam üyeliği için referandumda) o ülkelerden birisinin halkı, ‘Hayır biz Türkiye’yi istemiyoruz, Türkiye bize yük olacak’ derse, Türkiye zaten tam üye olamayacak. Biz de bunu saygıyla karşılayacağız... Bilmiyorum belki o gün geldiğinde Türk halkı da ‘Ben tam üye olmak istemiyorum’ diyebilir...”
Bu sözler tam üyelikten vazgeçmek anlamına mı geliyor? Hayır. Gül, her şeye rağmen Türkiye’nin “bu stratejik yönelişten kesinlikle vazgeçmemesi” ve nihai sonuç nereye çıkarsa çıksın müzakere sürecinin canlı tutulması gerektiğini vurguluyor.
Cumhurbaşkanı’nın bu bakışı, tam üyelikle ilgili “büyük karar”ı müzakere sürecini koparmadan “uvu açık” bir şekilde karşılıklı olarak zamana bırakma eğilimini yansıtıyor. Çok değil bundan 6-7 yıl önce tam üyelik müzakerelerini başlatabilmek için “ricacı” sıfatıyla AB başkentlerinde çalmadık kapı bırakmayan Türkiye’nin bugün “siz bilirsiniz” noktasına gelmiş olması, içerdiği büyük değişim anlamında dramatik bir gelişmedir.
Not: Geçen cumartesi günü yayımlanan “Erdoğan’ın Kuzey Afrika Gezisinin Muhasebesi” başlıklı yazımızın son paragrafı teknik nedenlerle eksik çıkmıştır. Paragrafın tam hali şöyle olacaktır:“Türkiye’nin Ortadoğu’da hak ettiği büyük rollere soyunabilmesi, içeride hukuk ve demokrasi alanındaki aksaklıkları giderecek bir yumuşama döneminin adımlarının atılmasıyla ancak mümkündür.”
Yazarın Tüm Yazıları