Her topa girerim

Zaman yazarı Hüseyin Gülerce’nin bir yazısında dile getirdiği görüşlerini, “Alnı secde gören general özlemi” başlıklı bir yazımda eleştirmiştim.

Haberin Devamı

Hüseyin Gülerce geçenlerde katıldığı bir televizyon programında benim için “Sen imam-hatip mezunusun, ilahiyatta okudun, bu topa bari sen girme, bırak başkaları girsin” demiş.
* * *
Hüseyin Gülerce şunu demek istiyor:
İmam-hatipten mezun olan, ilahiyatta okuyan birisi, nasıl olur da “alnı secde gören general” özlemi çekmez?
“Alnı secde gören general özlemi” içinde olmamayı inançlı bir insana yakıştıramıyor Hüseyin Gülerce...
Oysa ben çok güzel yakıştırabiliyorum.
Nasıl mı?
Bir kez daha anlatayım:
* * *
“Alnı secde gören general” arzusuyla yanıp tutuşmamak, “generallerin alınları secde görmesin” demek değildir.
Alnının nereyi göreceğine generalin kendisi karar verir. Bu onun kişisel tercihidir, beni ilgilendirmez.
Kimseyi ilgilendirmez.
Ancak bir generalin hukuka bağlı olup olmadığı, sivil otoritenin emrinde olmayı içine sindirip sindiremediği, demokrasiyi içselleştirip içselleştirmediği bir yurttaş olarak beni fazlasıyla ilgilendirir.
Sadece beni mi? Herkesi ilgilendirir.
Ben generale bakarım:
Hukuka bağlıysa, sivil otoritenin emrindeyse, yasaların kendisine çizdiği sınırların içinde kalıyorsa, demokrasiyi içselleştirmişse...
Tamamdır...
Gerisi ise generalin kendi bileceği iştir.
* * *
“Her topa girme” meselesine gelince...
Ben, birileri bana “Her topa girme Ahmet Hakan” demesin / diyemesin diye herhangi bir iktidara yakın olmamayı tercih etmiş biriyim.
“Her topa girmek”, benim için yaşamsal bir sorundur.
Yani demem o ki:
Ölürüm de yine her topa girerim.

Haberin Devamı

12 Eylül gündelik hayatı nasıl etkiledi

-  Bebeklere “Evren” adı verildi.
-  Yakınları hapse düşmüş kişilerle her türlü ilişkiyi kesmek, bir “güvenlik önlemi” olarak algılandı.
-  Edebiyat ve sinema kendini bunalıma vurdu.
-  Askerde bir yüzbaşı tanıdığı olan bile bayağı havalı hale geldi.
-  Bir biçimde paçayı kurtarmış eski “anarşistler”, kahve köşelerinde kısık sesle anı anlatmaya başladılar.
-  Küçümsenen eğitim ve öğretim, süper önemli bir iş haline geldi.
-  “Sakıncalı” sayılan kitaplar, evlerin banyolarında gizli bir ayin havasında yakıldı.
-  Politik dergiler kafayı çıkaramayacak hale gelince, sanat ve edebiyat dergileri hafiften yükselişe geçti.
-  “Kurtarılmış bölgeler” gayri resmi olarak ziyarete açıldı.
-  Kenan Evren’in Osmanlıca sözcüklere meraklı olması nedeniyle ağdalı bir dil, her yere egemen oldu.
-  Aykırı tipler kulaklarını BBC’ye dayadı.
-  “Tan” tipi gazetecilik yükselen değer haline geldi.

Haberin Devamı

Gülücük işareti

Bilhassa telefon mesajlarında falan rastlıyorum:
“İki nokta üst üste” koyuyorlar, ardından da bir “kapa parantezi” ile işi bitiriyorlar.
Ortaya şu çıkıyor: :)
Yani gülen surat...
“Bak bu yazdığım bir espri... Sakın yanlış anlama” manasında.
* * *
Size bir şey söyleyeyim mi?
Telefon mesajları falan neyse de herhangi bir gazetede köşe yazan bir yazar, yazdığı bir cümlenin sonuna “gülen surat” iliştirme gereği duyuyorsa...
Bilin ki o yazar ifadesinin gücüne, ironisinin sağlamlığına, esprisinin yerindeliğine güvenemiyordur. Böyle bir yazarın biraz daha fırın dolaşması ve biraz daha ekmek yemesi kaçınılmazdır.

Mehmet Metiner’e açık mektup

Bilirsin, sana “abi” derim...
Eh ne de olsa sen bizim gençliğimizin delifişek dergisi Girişim’in eğilip bükülmeyen delikanlılarındandın.
“Camia” senin dedikodunu yapmaya pek meraklıyken bile ben hep “Girişim” hürmetini anımsatmayı tercih etmişimdir.
* * *
Hepimiz gibi sen de şu son 20/25 yıl içinde çeşitli irili-ufaklı savrulmalar yaşadın. Bir “istikamet” içinde kaldığın halde yaşadın savrulmaları.
Bundan doğal ne var!
İnsanız, değişiriz falan...
Savrulmaların ardından en sonunda AK Parti davasına gönül verdin.
AK Parti camiası önce kuşkuyla baktı sana... Camia dışındakiler de “yalaka” dediler, “tarafgir” dediler.
Sen hiçbirine aldırmadın, inatla ve sabırla sürdürdün tavrını.
Bir beklentin yok gibiydi. Bu yüzden saygı duydum sana.
* * *
Ama sonunda bir karşılık da gördün: Milletvekili yaptılar seni. Vekil olmanın tadını tam yaşayamadan 10 yıl önce Tayyip Erdoğan aleyhinde söylediğin laflar piyasaya sürüldü.
Çıktın, açıklama yaptın: Ben o sözleri 10 yıl önce söylemiştim dedin.
Bununla yetinmedin: Özür diledin.
Bununla da yetinmedin: Cahiliye devrimde ettiğim laflar dedin.
Bununla da yetinmedin: Kayseri’de Başbakan Erdoğan’dan yüz yüze özür dilemeye kalktın. Bazıları Erdoğan’ın sana yüz vermediğini yazdı, bazıları da tersini...
* * *
Bir insanın geçmişte söylediği sözlerden pişmanlık duymasını yadırgamam.
Bu nedenle çırpınışını bir yere kadar anlayabilirim.
Ama işin dozu kaçırsa olay, “söylenen sözlerden duyulan pişmanlık” aşamasını aşar, elde edilen makam-mevkii için eğilmeye–bükülmeye girer.
Ben bu durumu sana hiç yakıştıramıyorum “abi”.
Girişim dergisini falan anımsıyorum, hiç yakıştıramıyorum.

Haberin Devamı

Biliyorum faydasız ama yine de soruyorum

“Nedim / Ahmet / Soner” için hazırlanan iddianameyi satır satır okudum.
Hepsi bilindik şeyler.
Bir tane bile bilmediğimiz, söylenmeyen yeni bir şey yok.
Madem öyle...
O zaman soralım:
Bugünkü iddianame ile 6 ay önceki iddialar aynı olacak idiyse...
“Nedim / Ahmet / Soner”, hangi delilleri karartacaklardı da 6 aydır içeride tutuldular?

Kişisel sinema günleri

Son günlerde “Türk filmleri”ne vurdum kendimi. Yöntem şu: Kapan eve, DVD çalıştırıcısına koy kaseti ve birbiri ardına seyre dal. Bazılarında heyecanlan, bazılarında düş kırıklığı yaşa... İşte kişisel notlarla o filmler:
- GİTMEK: Güzel bir film... Sevdiği adam için İstanbul’dan Kuzey Irak’a giden bir kızın öyküsü... Özellikle İran sahneleri muhteşem... Takıldığım, beğenmediğim çok yönü oldu ama çabasını takdire şayan buldum.
- KÖPRÜDEKİLER: Bittiğinde büyük, çok büyük coşku duydum. Birileriyle paylaşmak istedim coşkumu... Birilerini aradım, konuştum. Meğer herkes seyretmiş ve bu coşkuyu benden çok önce yaşamış. Ben çok geç kalmışım. Film hakkında sadece şunu söyleyeceğim: Bu filmi seyrettikten sonra ‘köprü’nün sıkışık trafiğinde çiçek satan çocukları geri çevirmeniz mümkün olmayacak.
- BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ: Barış Bıçakçı’nın okuyan herkesi sarıp sarmalayan derinlikli romanından, romandaki derinliği aksettirmekte hayli yetersiz kalmış bir film. “Romanı okuyun, daha iyi yaparsınız” diyor ve çekiliyorum.
- TESLİMİYET: Travestiler dünyasına dalma iddiasında bir film. Konusu itibariyle baştan iddialı... Fakat gelin görün ki film, konusu itibariyle iddialı olmaktan öteye geçemiyor. Sardırarak seyrettim.
- KAYBEDENLER KULÜBÜ: Benim hiç aşina olmadığım bir radyo programının filmi bu... Kurgusu güzel. Bir felsefesi var. Oyunculuklar da pek yaman... Ama beni fazla sarmadı. İçine giremedim filmin. Çok dışında kaldım seyrederken. Uzaylıları seyreder gibi seyrettim. Nedeni üzerinde hâlâ düşünmeye devam ediyorum.

Yazarın Tüm Yazıları