Silvan’da “yanan” ne oldu?

Habur, “Açılım”ı rayından çıkartmıştı; şimdi de Silvan, seçim sonrası “Açılım”ı yakmışa benziyor.

Silvan’da yanarak hayatını kaybeden 13 askere (7 de PKK’lı ölmüş) ilişkin, çok yakında 31 yıllık bir ayrılıktan sonra Türkiye’ye dönmesi beklenen Kemal Burkay, yazılı bir açıklama yaptı. Bana da göndermiş. Şöyle diyor:
“Biz elbet, kısa ya da uzun bir gelecekte özgür ve demokratik bir ülke kurmayı ve orada uygar insanlar gibi yan yana, elbet eşit koşullarda yaşamayı başaracağız. Ama toprağa düşen bu canlar artık yaşamayacaklar. Onların hayatı gençliklerinin baharında söndü.
Onların ana babalarının, sevdiklerinin acısını hiçbirşey dindiremeyecek.
Seçimlerden sonra yer alan bir dizi şiddet eylemi, özellikle toplumda geniş tepkilere yol açabilecek son eylem, yeni ve demokratik bir anayasa yapılması ve Kürt sorununun çözümü yönünde adım atılmasını engellemeye yönelik bir tuzaktır. Zaten böylesi bahaneler arayan çevreler şimdiden açılım sürecini ve demokratikleşme adımlarını suçlamaya, hükümeti kuşatma altına almaya başladılar.
Bu tuzağı boşa çıkarmak için sorumluluk duyan herkese, en başta da hükümete görev düşüyor.
Başbakan, son eylemin ardındaki elden söz etti. Bu eli, ya da acımasız odakları uzakta aramaya gerek yok. Onların bu ülkede, devletin derinliklerinde olduğunu ve elerinin bizzat PKK’nin içine uzandığını biliyoruz. Hükümet bu tuzağı deşifre etmek, kamuoyunu aydınlatmak için daha cesur olmalı.
Silvan’daki olay her bakımdan aydınlatılmalı. Neden tam da yeni bir anayasa, demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümü yönünde  ciddi gelişmelerin beklendiği bir aşamada bu kanlı operasyonda ısrar?
BDP bu tuzağın boşa çıkarılması için kendi payına düşeni yapmalı; gerilim ve kaos yanlılarına yarayacak tutumlardan uzak durmalı, boykota son vermeli, değişim ve demokratikleşme yönünde çaba göstermeli...”
Başbakan’dan BDP’ye...
Peki, Başbakan’ın “olay”a ilişkin değerlendirmesi ne? Şöyle:
“13 tane şehidimizin olması şüphesiz yüreklerimizi yaralamıştır, dağlamıştır, ama terör örgütü ve uzantıları şunu çok iyi bilmelidir ki.. bu kötü niyetli davranışlar bizden hiçbir yerde, asla iyi niyet beklemesin. Onlar da, siyasi uzantıları da. Biz onların siyasi uzantılarına da çok iyi niyet gösterdik. Ve bütün iyi niyetlerimizle yaklaşımlarımızı yaptık ve demokratik alanda mücadelelerini sürdürmeleri için her türlü zemini hazırladık. Ama bunların her zaman ortaya koydukları teklifler, dünyanın hiçbir yerinde görülmeyen, bir dedikleri bir dediklerini tutmayan yaklaşım tarzlarıdır. Ve hiçbir zaman Ak Parti ve Ak Parti iktidarı onların bu gayrı samimi teklifleriyle bir masaya oturacak değiliz.”
“Terör örgütü”nin “siyasi uzantıları”ndan kasıt? BDP! Başbakan, onlara çok iyi niyet gösterdiklerini, demokratik alanda mücadelelerini sürdürmeleri için her türlü zemini hazırladıklarını söylüyor.
İyi de, 3000’e yakın BDP üyesi KCK davasından hapiste. Çok zor şartlar altında girdikleri seçimden sonra başlarına neler geldiğini bilmeyen yok. Seçtikleri adayın durumu tartışmalıyken, Ak Parti’nin seçim kazanamamış, 6. sıra adayına alelacele mazbata aldırıp, pek de “şık” bir “jest” yapmadığını da herkes gördü.
Açıkçası, “siyasi uzantılar”a “çok iyi niyet gösterildiği” pek inandırıcı gelmiyor.
Başbakan’ın bu yukarıdaki sözlerinin, sadece PKK’ye değil, BDP’ye de bir “savaş ilanı” ve Ak Parti-BDP diyalogunun kesileceği açıklaması olarak algılanacağı açık.
DTK’dan BDP’ye darbe
Buna karşılık, BDP de, DTK üzerinden kanlı olay ile eş zamanlı olarak, Diyarbakır’da 850 kişinin katıldığı, müsamereye benzeyen bir toplantıda ilan edilen “demokratik özerklik” baskısı altına kendisini soktu.
Ya da şöyle söyleyelim: Başbakan’ın salvolarından daha da önce, DTK, Diyarbakır’daki “demokratik özerklik” ilanı ile, kendi bünyesindeki BDP’nin TBMM eksenli rolüne ağır bir darbe indirdi.
DTK’nın “demokratik özerklik” açıklamasını okuduğunuzda, ne olduğu anlaşılmayan, “ne deve, ne kuş” cinsi bir laf salatası. “TBMM boykotu” sürerken, Diyarbakır’da “demokratik özerklik” ilanının tek bir siyasi sonucu olur: “Şiddetin azması, kan dökülmesine, yeni can kayıplarına devam”...
Bir başka deyimle, BDP’nin işlevsizleşmesi ve inisyatifin tümüyle PKK’ya bırakılması.
Böyle bir durum, Başbakan’ın dünkü şu sözleriyle örtüşüyor:
“Eğer bunlar barış istiyorlarsa, talep ediyorlarsa yapacakları tek şey vardır, o da şudur: Bir defa terör örgütü silah bırakacaktır. Silahı bırakmadıkları müddetçe ne operasyonlar durur ne de bu süreç daha farklı bir noktaya gider... Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur, bu ülkede PKK sorunu vardır, Kürt kökenli vatandaşlarımızın da sorunları vardır... Benim Türk kardeşimin de sorunu var. Laz’ın da, Boşnak’ın da, Arnavut’un da, Gürcü’nün de, Roman’ın da, hepsinin sorunları var...”
1990’lara geri dönüş mü?
Bunun, 1990’ların söyleminden pek az farkı var. Temel fark, “psikolojik”. 2011’de özgüveni çok yüksek, ekonomisi iyi durumda, uluslararası profili düzgün bir Türkiye var. Başbakan, belki de, “savaşsa savaş” yoluyla “PKK sorunu”nun üstesinden geleceğini düşünüyor. Nasıl olsa, artık “Kürt sorunu” da kalmadığına göre...
Benim açımdan, olan-bitenlerde ve gelinen noktada şaşırtıcı bir şey yok. Zira, dokuz ay boyunca, devlet yetkililerinden, Kandil’deki PKK liderlerine, PKK’dan kopmuş eski yöneticilerine, PKK muhalifi Kürt şahsiyetlere, BDP’lilere, onlarca kişiyle günlerce konuştum; binlerce sayfa metin okudum ve TESEV tarafından üç hafta önce açıklanan “Dağdan İniş-PKK Nasıl Silah Bırakır? – Kürt Sorunu’nun Şiddetten Arındırılması” başlıklı 100 sayfalık bir raporu kaleme aldım.
Bugün geldiğimiz noktaya defalarca gelinmiş olduğunu, bu çalışma vesilesiyle gördüm. Sorunun temel aktörlerinin zihniyet kalıplarını, sorunun arka planını, soruna taraf olan Kürtlerin psikolojisini, PKK’nın yapısını vs.  bundan önceki 40 yıl boyunca öğrenmediğim ölçüde öğrendim.
Rapor, kamuoyunda ilgi uyandırdı ve tartışılması devam ediyor. 1990’ların Kürtleri sindirme politikalarından yana olan emekli askerler ve anti-Kürt aşırı milliyetçilerden gayrı pek eleştiri gelmedi. Tek istisnası, PKK’nın “ideologu” diye adı çıkan ve kimilerince “şahin çizgi”nin temsilcilerinden olduğu ileri sürülen Mustafa Karasu, beni “AKP perspektifi” ile rapor yazmak ve “AKP’ye diyet ödemek”le suçladı.
İmralı’dan Abdullah Öcalan’ın ismimi anarak selam gönderdiği, bir hafta sonra da Rapor’a olumlu atıfta bulunmasıyla eş zamanlı olarak.
İsteyen istediği gibi yorumlayabilir.
Biliyorum ki, Türkiye’nin devlet sistemi içinde de, PKK içinde de, “taraflar” arasında çözüm doğrultusunda yakınlaşma ihtimali belirdiğinde, bunu torpillemeye hazır olan ve “savaş seçeneği”ni sürekli gündemde tutmak isteyenler var.
PKK’nın bazı “bölgesel dış dayanakları” dışında, Kemal Burkay’ın dediği gibi “derin Türkiye”nin de PKK içinde yer aldığı pek sır değil. Böyle “aktörler”in her an Türkiye’nin yoluna “tuzak” kurdukları da.
13+7 genç insanın nasıl yanarak öldüğünün aydınlatılması, bu “tuzak”ın nasıl kurulduğunu anlamak bakımından özellikle önemli.
Siyaset gereği, bu “tuzaklara” bile bile düşmek isteyenleri engelleyebilecek hiçbir güç de olamaz.
Böyle umutsuz durumlarda ve savaş istenmemesi halinde, ne yapılabileceğini merak edenlere, TESEV Raporu’nu dikkatli okumalarını tavsiye ederim.
Hükümete de.
Yazarın Tüm Yazıları