Çünkü Fenerbahçeliyiz...

Beş yıl önceki durum tekrarlanabilir miydi acaba? O uğursuz Minneapolis öğle saatlerini hatırlamak istemezdim gerçi; ama yine oralarda bir yerlerde, yine aynı nedenlerle, yine Fenerbahçe’nin şampiyonluğunun son maça kaldığı bir güne denk gelince her şey...

Kardeşimle birlikte bir Türk öğrencinin bilgisayar ekranından Denizli’deki Fenerbahçe-Denizlispor maçını izliyordum Minneapolis’teki o uğursuz öğle vakti. Bir yandan da Chicago aktarmalı Washington uçağımı kaçırmak üzere olduğumun bilincinde, ikide bir saatime göz atıyordum.
Bir türlü gelmiyordu Fenerbahçe’nin golü. Gelmediği gibi, maçın sonlarında yenilen golle birlikte, arkama bakmadan Minneapolis-St. Paul havaalanının yolunu tutmuştum. Havaalanına varmadan kara haber, telefonuma düşen mesajla gelmişti. Fenerbahçe maçı 1-1 berabere bitirmişti ama mutlak galibiyet almak zorunda olduğu ve üstelik bunu kolaylıkla yapabileceği bir maçı berabere bitirerek, avucunun içindeki şampiyonluğu kaçırmıştı.
Fenerbahçelilerin yaşadığı ilk büyük travmaydı son yıllardaki.
Minneapolis-Chicago, Chicago-Washington arası nasıl uçtuğumu, içimde ne fırtınalar koptuğunu ben biliyorum. Bir yandan da, bencil bir duyguyla o anda Türkiye’de, İstanbul ve Denizli’de bulunmadığıma şükrediyordum.
Washington’da bulunmam gereken birkaç günü canlı bir cenaze gibi geçirdim.
Ertesi yıl, Fenerbahçe’nin 100. yaşgününde şampiyonluk geldi ve onunla birlikte Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde çeyrek final, unutulmaz başarılar...
O günden yana 2007’den sonra, ne şampiyonluk, ne Avrupa’da başarı. Bir de ikinci travmayı yedi Fenerbahçeliler, geçen yılın son maçında. Hem de kendi evinde. Mutluluğu doyasıya yaşamak için hazırlanmış 55 bin kişilik “festival alanı”nda.
Çekirge kaç kez sıçrar?
Fenerbahçe, belki de tarihinde rakibini en fazla ezdiği oyunlarından birini çıkartmış, rakip (Trabzonspor) kalesine tam 47 şut göndermiş ama top, mucizevi olarak üç direğin arasından geçmemiş ve şampiyonluk, bir kez daha, bu kez Kadıköy’de Fenerbahçe’nin parmaklarının ucundan kayıp gitmişti.
Dört yıl arayla böyle bir travma yaşamak az buz şey değildi.
Yılın, Fenerbahçe’nin Sivas’ta oynayacağı son maçı beni yine Amerika’nın orta yerinde Michigan eyaletinde yakaladı. Altı yıl önce az ötedeki Minnesota eyaletinde, Minneapolis’te yaşadığım travma bir kez daha tekrarlanacak mıydı?
Ne tesadüf, maç günü yine Washington’a uçacaktım ve yine 7 yıldır her maçı Kadıköy’de stadda yan yana seyrettiğimiz kardeşimle birlikteydim.
Bütün göstergeler, artık kaldıramayacağımız üçüncü travmaya uygun gibiydi sanki.
Washington’da Fenerbahçe’yle
Fakat bu kez öyle olmayacağından emindim. Maçı Washington’da izleyecektim bir kere. Nice Fenerbahçe maçını birlikte izlediğim ve onunla izlediğim hiçbir maçı kaybetmediğimiz bir başka sıkı Fenerbahçeli Namık Tan ile izleyecektim.
Evet, Türkiye’nin Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın evinde. Günler önce “rezervasyonumu” yaptırmıştım; beni Detroit’ten getiren uçaktan inip doğru Namık Tan’a gidecektim. Maçın başlamasından bir saat önce oturacaktık ekran karşısına.
Hiç hesapta olmayan bir şekilde kardeşim de çıktı Washington’a geldi ve tıpkı 7 yıldır Kadıköy’deki her maçta stadyumda olduğu gibi, ekran karşısında da yanıma ilişti.
Doktoralı bir mühendis olan ve hayattaki her şeyi “bilimsel ölçüler” ile, matematik denklemler, kimya formülleri ve fizik kanunlarıyla açıklamak ve bunun dışındaki herşeye kulaklarını tıkamak konusunda akıl almaz bir “pozitivist direnç” sahibi olan kardeşim, iş Fenerbahçe’ye gelince, irrasyonalitenin doruklarına tırmanır. “Totem” yapar. Onun da her Fenerbahçeli gibi tümüyle kendine ait totemleri, yani uğuru vardır.
Namık Tan’la karşılaştığı anda, el sıkışmadan önce, “Durun” dedi, “önce totemimi yapmalıyım” ve bir sigara paketinin üzerine Fenerbahçe çakmağını yerleştirdi. Yerine oturdu. Bir-iki “şamanist” ritüeli yerine getirdikten sonra, ayağa kalktı ve ev sahibi Büyükelçi Namık Tan’a sarıldı.
Fenerbahçe’nin maçı kazanması için gereken herşey yapılmıştı yani.
Artık 2006 Denizli ve 2010 Kadıköy travmalarını yaşamayacaktık. Buna gönlümün en derinlerinden inanıyordum. Ben totem filan yapmadım, buna gerek duymadım.
Alex, Aykut Kocaman, Aziz Yıldırım...
Çünkü, takıma, oyuncularının tamamına yakınına, başta Alex, sınırsız bir güven duyuyordum. Alex, Di Stefano Real Madrid, Eric Cantona Manchester United için ne anlama gelmişse, bu yıl Fenerbahçe için o,o anlama geldi.
Dönemlerinde o isimlerden daha büyük, daha iyi futbolcular da vardı ama o isimler, oynadıkları obüyük takımların sembolleri olarak, oynadıkları takımın ismiyle bütünleşerek, o takımları daha da büyüterek tarihe geçtiler. Alex de bu yıl öyle oldu.
Dolayısıyla, Fenerbahçe, Alex’le birlikte, Alex’in katkısıyla bu yıl şampiyon olmaya mecburdu.
Tabii, benim en büyük güvenim Aykut Kocaman ismine idi.
Geçen hafta Aziz Yıldırım’a, “Başkan” dedim, “eğer şampiyon olursak, ki olacağız; sayende Fenerbahçe bir Sir Alex Ferguson kazanmış olacak...”
Aziz Yıldırım, “İnşallah” dedi, içten biçimde. Sir Alex Ferguson, ismi Manchester United ile bütünleşmiş, oradaki teknik yöneticiliği 20 yıla yaklaşan 70’lik büyük bir futbol adamı.
Aykut Kocaman, henüz çok genç, daha 46 yaşını sürüyor. Fenerbahçe’nin içinden, yerli ya da yabancı ithal olmayan bir teknik adam o. En önemli niteliği, adam olması. Kelimenin tam anlamıyla.
Fenerbahçe halkının yüreklerinin dibinden sevdikleri bir adam. Fenerbahçe’nin, onun yönetimi altındaki ilk yılında, karşısına dikilen müthiş bir koalisyona karşı zafer kazanması, onun adamlığının bir ödülü olacağı gibi, Fenerbahçe’nin kendi evladı olan, adam gibi bir futbol adamının yönetiminin devamlılığının güvencesi olacaktı.
Aykut Kocaman gibi bir vizyoner ile, Fenerbahçe’nin bundan sonrası, ver elini dış dünya başarıları. Bu  yılın şampiyonluğunu, emeğe saygı konusunda ve etik ölçülere bağlılıkta hep parıldamış olan Aykut Kocaman için özellikle istiyordum.
Neresinden bakılsa, çok önemliydi Fenerbahçe’nin bu yılki şampiyonluğu. Önemini ve Fenerbahçelilik enerjisinin ne olduğunu, seçime üç hafta kalmış olmasına rağmen siyaseti silikleştiren ve ülkenin her yanına yayılmış olan coşku patlamasında görebilirsiniz.
Bir de Fenerbahçe’nin Aziz Yıldırım dönemini bir “yönetim başarısı” ve “marka yaratmak” konusunda bazı yüksek okullarda ders olarak okutmakta yarar var. Zira, Fenerbahçe, futbol takımının ötesinde, bir bütün, bir spor camiası olarak başarı öyküsü yazıyor. Öykü daha yazılıyor, çünkü Fenerbahçe’nin gözü Türkiye sınırlarının dışında; gözü yukarılarda.
Fenerbahçe’nin eşsizlik hali
Fenerbahçe futbol takımı, Fenerbahçe’nin “amiral gemisi”; o yüzden onun başarısı elbette belirleyici. Ama, unutulmasın bu kulüp takım sporlarının hepsinde göz kamaştırıcı oldu. Kız ve erkek voleybol takımları da şampiyon. Kız basketbol takımı da. Şimdi sıra son üç yılın şampiyonu erkek basketbol takımında. Ve, bu takımların hepsi Avrupa’da şampiyonluk iddiası güdüyorlar.
Bireysel sporlarda da. Türkiye’nin Avrupa şampiyonu kadın ve erkek atletleri Fenerbahçe Kulübü’nün sporcuları.
Real Madrid ve Barcelona, bazı Rus kulüpleri, komşudaki Olympiakos ve Panathinaikos gibileri futbol ve erkek basketbolda çok başarılı, çok parlaklar. Ama, Fenerbahçe kadar geniş bir yelpazede var olan, yarışın içinde olan yok.
Böyle bir spor kulübü dünyada yok!
Atlantik üzerinde uçarken ve Fenerbahçeliler en büyük kutlama şölenine hazırlanmak üzere güne uyanmışken yazıyorum bu satırları.
Zihnime kazınmış ve hiç çıkmayacak sözler; şampiyon takımın sporcularının maç bitiminde giydikleri formanın üzerindeki yazı:
 “Biz bize yeteriz; Çünkü Fenerbahçeliyiz!
Öyleyiz.
Yazarın Tüm Yazıları