Benim Fenerli manyak sevgilim

NE kadar ev havası vermeye çalışsam da...

Otel odası işte.

Kızımız, arka odada uyuyor.
Ben salondayım, yemek masasının kenarına tünemiş oturuyorum.
Gözünün içine bakıyorum.
Arada, “Bir şey ister misin?” diye soruyorum.
“Elma soyayım, çay koyayım, badem getireyim, ceviz ister misin?”
Ben de gerginim ya, farkında olmadan onu boğuyorum.
Sfenks gibi oturuyor.
Yüzü bembeyaz.
Bu nasıl bekleyişse...
Godot’yu bile böyle beklememişlerdir! Bir şey yiyecek hali yok.
İçecek hali yok.
Konuşacak hali yok.
Bekliyor. Kanepenin üzerinde bağdaş kurmuş, öylece oturuyor.
Gözünü, önündeki ekrandan ayırmıyor.
Meditasyon gurusu gibi, sanki birazdan havaya yükselecek.
*
Hayır, karşısındaki televizyon ekranı değil.
Bilgisayar.
Eşyalarımız gemiye yüklendi ya, Dijitürk de orada, şampiyonluk maçını izleyebileceğimiz başka bir aletimiz yok. Çaresiz internetten bağlanacak.
Görüntü o kadar nostaljik ki, bana eskiden transistörlü radyoların başında naklen maç dinleyen babaları hatırlatıyor.
Arada, kader arkadaşları Sinan ve Fuat’la mesajlaşıyor.
Onların da benim evdeki Budha’dan farkı yok.
Onlar da, İstanbul’da iptal vaziyetteler. Sinan, kafayı maça takmasın diye, bütün gün Amerika’daki haberleri izlemiş.
Fuat ise zaman geçirmek için kendini sokaklara vurmuş.
Hepsi, ya düşünmekten kaçıyor, ya da bir tür uğur yapıyor.
Sevgilim donmuş vaziyette.
Ama sadece görüntüsü öyle.
Kalbi kim bilir nasıl atıyor.
Bir ara, bir eliyle, diğer bileğini tutuyor, “N’apıyorsun?” diyorum, “Nabzımı sayıyorum” diyor.
*
Yardımcı olmak istiyorum.
“Bilgisayarda izlemekte kararlı mısın?” diye soruyorum.
En tatlı halimle konuşuyorum:
“Gel atlayıp Tuba’lara gidelim.” “Hayır” diyor. Kısa ve net.
“Orada rahat olamam, istediğim gibi küfredemem, tepinemem...”
Özür diliyorum, haklısın diyorum, kusura bakma diyorum.
Yeter ki nabzı normale dönsün!
Ardaları teklif bile etmiyorum, çünkü Arda çok yakın arkadaşı ama GS’li. Semih olsa, tamam derdi ama onlar da Abu Dhabi’ye taşındı.
“Büyük ekran, Dijitürklü kahve gibi bir yer de yok ki bu Dubai’de” diyorum.
Beni duyduğundan bile şüpheliyim.
Ayinde gibi.
Ful konsantrasyon.
*
Ve işte o an.
Maç başlıyor.
Aman Allah’ım, yüzü tiyatro gibi, bütün duyguların sahnesi.
O maçı izliyor, ben onu.
Her şeyi görüyorum.
Heyecanı, kızgınlığı, endişeyi, korkuyu, öfkeyi, gerginliği...
Ve ilk gol geliyor.
Ayağa kalkıyor, kanepenin üzerindeki yastıkları yumrukluyor.
“Evet” diyor, “Evet, işte bu!”
Sonra tekrar oturuyor, hiçbir şey olmamış gibi
Biraz önce o hareketleri yapan manyak sevgilim, o değilmiş gibi.
Korkutur insanı.
*
Ne zaman Fener’in maçı olsa, “öz”ü ortaya çıkıyor.
Daha doğrusu, aslına rücu ediyor.
Hayatın bir alanında daha böyle oluyor ama burada söylemeyeceğim.
Maç günleri, bütün o gelişmişlik, medeniyet, kurallar, kontrol, düzen, edep, adap kayboluveriyor.
Karşımda kural tanımaz bir erkek var.
Hoşuma gidiyor ama aynı zamanda ürpertiyor.
Bence bütün Fenerli erkekler böyle. Ve başkalar.
Korkun onlardan.
Mesela şu anda kafa atabilir, girişebilir, her şeyi yapabilir.
Var yani böyle bir potansiyeli.
Ama yine de tek geçerim Fenerli erkekleri.
Aman Allah’ım felsefeye dalmışken, 1-1 oluveriyor.
İşte bu felaket!
Otel odasına ölüm sessizliği çöküyor. Budha’mın yüzü, takallüs etmiş durumda.
Başına geleni hak etmemiş bir çocuğun isyanı var yüzünde.
Çok üzülüyorum, onu okşayıp sakinleştirmek istiyorum.
Ama yapmıyorum.
Neme lazım, hırsını benden çıkarır filan. O da!
Oh beeeeeeee!
2-1. İşte böyle. Hayat şimdi güzel.
Benim Budham, ortadaki küçük sehpanın etrafında göğsünü yumruklayarak ateş dansı yapıyor.
Yine Fenerli erkeğin özü çıkıyor ortaya. O arada bilgisayar donuyor.
Bizimki de donuyor.
Ya görüntü geri gelmezse diye ödü patlıyor.
Küfrün bini bin para, bilgisayara.
*
Maç o kadar gergin ilerliyor ki...
Ben de yere, halının üzerine, ayaklarının dibine çöküyorum.
Derken bir gol daha... 3-1.
O-leey o-leeey o-leeeeeeeeeeeey... Şam-pi-yooooon Fe-neeeeeeeeer... Diye ben ona marşla, yalakalık yapmaya çalışırken susturuyor hemen...
“Acele etme, büyüyü bozacaksın” diyor.
Ve haklı çıkıyor, bozuyorum.
Fener gol yiyor! Benim yüzümden.
3-2 oluyoruz.
“Git yanımdan” diyor.
Şaka değil. “Demin oturduğun yere otur” diyor.
Dediğini yaptığım anda gol atıyoruz. 4-2 oluyor.
“Sakın kıpırdama oradan” diyor. Artık son dakikalar, tekrar yanına gidiyorum, son dakikayı göreyim ben de diye.
O da ne!
Bir gol daha yiyor Fener. 4-3.
“Ben sana demedim mi yerinden kıpırdama!” diyor.
Ellerimi göğe açıyorum, “Hadi artık bitsin bu maç” diye yalvarıyorum.
Bitsin, bitsin, kazanalım, kazanalım... Ve oleeeeeeeeeey.
Son düdük çalıyor.
Beni öyle bir öpüyor ki dudaklarımdan, vay be, neye uğradığımı şaşırıyorum, sevgi ve hırs karışık, daha çok hırs.
İnanılır gibi değil, sonra Alex de karısını öyle öpüyor.
Müthiş bir çift onlar.
Üstelik “O benim yanımda olmasaydı, burada olur muydum bilmiyorum” değinde daha çok hayranlığımı kazanıyor.
Adını kazıdığı bu şampiyonluğu, karısına da adaması kadar güzel bir şey olabilir mi?
Bir de adını Ahmet, Mehmet yerine Aksel olarak değiştirse, çok hoşuma gidecek.
Alex’ten Aksel’e geçmek de kolay üstelik.
*
Ve Aykut Kocaman...
Çok klas bir adam.
Konuşması, hali tavrı, alçak gönüllüğü, empati yapması, başkalarını da düşünmesi harika, hangi antrenör böyle bir anda, sahaya atlayıp taklalar atmak yerine, “İkinciyi de tebrik etmek lazım, ama ne yazık ki bu işin doğasında sadece birinci var” der.
Yıllar önce de Fener’de oynarken Trabzon’a ikinci golü atıp, Fener’i şampiyonluğa taşıdığında, Oğuz’la birlikte, “Kaybeden arkadaşlarımız için üzülüyorum” demişti, bu yüzden Fenerbahçe’den atılmıştı, o zamandan beri soylu bulurum Aykut Kocaman’ı.
Onu da yürekten tebrik ediyorum.
Gökhan’ın, “Bu kupayı Türkiye’nin dörtte birine hediye ediyorum” demesine de bayıldım.
Gerçekten de Türkiye’nin dörtte üçü Fener’in şampiyonluğuna karşıydı.
Bileğinin hakkıyla, söke söke, kazıya kazıya aldı.
Şampiyonluğumuz bütün Fenerlilere mutluluk getirsin.
Manyak Fenerli sevgilim de tadını çıkarsın!
Yazarın Tüm Yazıları