Silivri-Kandil mi? Tahran-Şam mı?

Washington’un itibarlı entelektüel merkezlerindendir Wilson Center. Orada bulunmuş olan dünyanın her yönünden sayısız kişi arasına 1999’da ben de katılmıştım. Önceki gün, davetli konuşmacı olarak binadan içeri bir kez daha girdim.

Konu başlığı, “Seçimlerin eşiğindeki ve  Ortadoğu kazanının içindeki Türkiye” diye tercüme edilebilir. Konuşma daveti geleli epey olmuştu ama “Bu erken bir konuşma olacak” dedim. Çünkü yarın Başkan Obama, Ortadoğu’daki ‘Arap Devrimi’ne ilişkin çok önemli bir konuşma yapacak. ABD’nin yeni Ortadoğu politikası şekillendikten ve bir süre geçtikten sonra ‘Yeni Ortadoğu’daki yeni Türkiye’yi konuşmak daha isabetli olurdu” dedim.
Bu satırları, Obama’nın konuşmasına bir saat kala, Washington’daki otel odamda yazıyorum. Konuşmayı dinleyip, orasını burasını iyice didikledikten sonra, yarınki yazıda geniş biçimde ele alırız.
Washington’da Obama’nın konuşmasını dinlemeden dahi, Türkiye’nin yakın gelecekte bölgedeki durumunu ve duruşunu etkileyecek gelişmelere tanık olduk. Wilson Center’daki konuşmamın dumanı tüterken, Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad ile altı en üst düzey Suriye yetkilisinin ABD’deki mal varlıklarının dondurulduğu açıklandı.
Sabah uyandığımda, İran Devrim Muhafızları’nın İran’ın bölge politikasındaki en önemli uygulayıcısı olan Kasım Süleymani’nin ve bir diğer İranlı yetkilinin de aynı “akıbete” uğradığını öğrendim.
ABD Başkanı Obama, gecikmeli olarak da olsa, Hüsnü Mübarek, Muammer Kaddafi ve en son olarak Yemen Devlet Başkanı Ali Abdullah Salih için yaptığı “artık git” çağrısını Başşar Esad’ın için henüz yapmış değil ama Suriye liderinin boynuna kementi geçirmiş durumda ve giderek sıkacağını gösteriyor.
ABD’nin bu kararları şüphesiz “sembolik” anlam taşıyor. Adı geçen kişilerin ABD’de mal varlıkları muhtemelen yok. Ama amaç, “ekonomik içerikli” gözüken sembolizm ile “siyasi” sonuçlar üretmek.
Başşar Esad’ı bile dahil eden “mal varlıklarını dondurma” kararının, “Suriye sokağı”na “devam ve dayan arkanızda olacağız” mesajı gönderdiği apaçık.
WASHİNGTON’UN BÖLGE AÇILIMININ ANKARA’YA ETKİSİ
Obama da, tıpkı Türkiye’deki Tayyip Erdoğan-Ahmet Davutoğlu’nun Ortadoğu politikasının aldığı eleştirilerle yüzyüze idi. Tunus ve Mısır’da tavır koymakta geç kaldığı, Libya ve hele Suriye’de yetersiz davrandığı, Arap ülkelerinden her birine ayrı ayrı “selektif” biçimde tavır aldığı ve politikasının “ilkelerden yoksun olduğu” eleştirileri yükselmişti.
Tıpkı, Türkiye’de “komşularla sıfır sorun politikası”nın iflas ettiği iddialarından yola çıkarak, kimisi alaycı eleştiriler gibi. Tunus ve Mısır’daki Türkiye’nin Libya söz konusu olunca sallandığı, Suriye’de ise iyice kafasının karıştığının ileri sürülmesi gibi.
Libya’da Kaddafi ve Şam’da Baas rejimi, Türkiye’ye diş biliyorlar ama bu, söz konusu eleştirileri ortadan kaldırmıyor.
Türkiye’deki hükümete yönelik eleştirilere benzer tepkiler alan Obama’nın Ortadoğu’da daha net bir Amerikan tavrına yönelmesi, “Suriye-İran ekseni”ni hedef alması ve bunu yaparken Suriye Devlet Başkanı Başşar Esad’ın boynuna doladığı ipi yavaş yavaş sıkmaya başlaması ve “Suriye sokağı”na “devam” çağrısı niteliğinde bir siyasi pozisyon takınması, Türkiye’nin Suriye’de Başşar Esad’ı kollama opsiyonunu çok zayıflatacak.
Tayyip Erdoğan, Başşar Esad’a beklenmedik ölçüde mesafelendi ve Türkiye hükümeti, zaten, “Arap Devrimi” başladığından beri Washington ile genel anlamda “aynı dalga boyu”nda yol alıyor. Ama, Washington’un atmaya başladığı adımlar, Türkiye’nin, izlemekte olduğu doğrultudan “geri dönmesi”nin yolunu da tıkıyor.
Eğer, Türkiye, Suriye ve İran ile ilişkilerinde ABD’den tümüyle ayrı bir rotada davranırsa, Suriye’nin içinin Türkiye’ye Güneydoğu üzerinden bulaşması kaçınılmaz olur.
Türkiye’nin, İran ve Suriye’deki rejimler ile özel bir yakınlık içine girmesinin, Arap “Sünni sokağı”nın Baas rejimini diktatörlük rejimini salladığı bir dönemde geçerli mantığı da yok zaten.
ÖCALAN YAKALADI
Bununla birlikte, İran ile Tayyip Erdoğan’ın 1982 Hama katliamını anarak yaptığı “uyarı”dan dehşetli bir öfkeye kapılmış olan Suriye’nin de Türkiye’yi Güneydoğu üzerinden vurmaya çalışabileceğini de –ve muhtemelen çalıştığını- akıldan çıkartmamak gerekiyor.
Bir süredir bizim medyaya da yerleşen Türkiye’nin “derin devleti” ile “derin PKK” arasındaki bağlantılar bulunduğu yönündeki tahlilleri, Tayyip Erdoğan’a karşıt “asker” ile “İran-Suriye ekseni”nin hamlesi olarak algılamakta yarar var.
PKK’nın bir kesiminin “İran-Suriye ekseni” namına hareketlendiği üzerinde durulması gereken bir konu. Bunu, Abdullah Öcalan gayet iyi yakalamış durumda. Bir hafta önceki görüşme notlarında bunu anlamak isteyenin kolaylıkla anlayabileceği netlikte ortaya koymuştu.
Türk medyası, Öcalan’ın “15 Haziran tehdidi”ne takılıp, ne dediğini ve niçin dediğini anlayamadığı için, PKK liderinin, Türkiye’de son kanlı gelişmeleri açıklayabilecek çok önemli gözlemini gözden kaçırdı.
SİLİVRİ-KANDİL NE DEMEK?
Tayyip Erdoğan’ın “Silivri-Kandil” metaforunu da, yukarıda anlatmaya çalıştığımız konuya ilişkin bilgiler ve duyumlar üzerine oturttuğunu düşünmek mümkün.
Tayyip Erdoğan, son Uludere olayı ile ilgili olarak, işin “vicdani” ve “insani” boyutunu kaçırmış ve nice eski ve potansiyel “Cumartesi Annesi”nin gönlünü tamiri çok zor biçimde kırmıştır ama “şiddet tırmanışı”nın dış boyutunu ve içine yerleştiği “sınır ötesi bölgesel çerçeve”yi bir şekilde hissetmiştir.
 “Silivri-Kandil” işbirliği metaforu, birçok yönden sorunlu ve isabetsiz olmakla birlikte, Başbakan’ın anlamakta ve anlatmakta zorlandığı bazı gerçeklerin sloganlaştırılmış halidir.
Konunun hayli karışık olduğunun farkındayım. Ama, hiçbir şeyin “göründüğü gibi olmadığı” bir coğrafi alanda yaşıyoruz. Karışık işler.
Yarına bu konuda devam.
Yazarın Tüm Yazıları