Beninli hokkabaz da, Kolombiyalı modacı da onun sofrasında buluşur

İki haftadır yoktum.

İlk hafta yazamadım, ikinci hafta ise yazdıklarımı yollayamadım.

Her ne kadar küçük resmimin altında ‘‘Yazarımız tatilinin bir bölümünü kullanıyor’’ gibi bir açıklama çıktıysa da işin doğrusu pek öyle değil.

Hayatımda neredeyse ilk kez bahçeyle uğraşmayı denedim. Yaseminleri budadım, benden izinsiz serpilmiş otları yoldum, toprağı eşeledim, çiçek ektim .

Bu işlerin yazamamakla ne ilgisi var diye soracak olursanız şu ilgisi var: Hangi ottan, hangi melun bitkiden geçtiğini bilmiyorum ama bahçeyle uğraştığım günün gecesinde sağ elimin parmakları inanılmaz bir zonklamayla şişmeye başladı. Sabahı zor ettim ve dolma parmaklarımı tuta tuta hastaneye gittim. Teşhis: Dermatit. Olurmuş. Zehirli bir bitki elinizdeki bir sıyrıkla temas eder ve dokuda enfeksiyona yol açarmış.

Benim elimde bir değil neredeyse bin sıyrık var.

Önce yüksek dozda antibiyotik tedavisi, olmadı, küçük bir cerrahi müdahale dediler.

Antibiyotik bana mısın demedi ve parmaklarıma müdahale edildi.

Nasıl yazsaydım?

O hafta öyle geçti.

Sonra İstanbul'a döndüm. Nasıl da özlemişim.

Bavullarımı bile açmadan, hava nasıl koklamadan, üşür müyüm diye bakmadan, apar topar, annemin deyişiyle kıl pranga zıldır çengi, kovalayan varmış gibi doğru balık yemeye...

İSTANBUL HASRETİ YARAMADI

Boğaz, roka, rakı, palamut, tekne, -hava soğudu mu ne?- akşamı ettim. Yetmedi oradan yazacağım yazıyı da düşünerek Veronique Petit ile buluşmaya gittim. Eve uğramadan, gene annemin deyişiyle, üstüme ince bir ceket bile almadan.

Önce Teşvikiye Camii'nin önündeki kahvenin kaldırımında çay içtik. Sonra da donmama ramak kala, İzzet Çapa'nın yeni açtığı ve işletmesini de Selmin Çapa'nın üstlendiği Centro'da yemek yemeye gittik.

Nefis bir geceydi. Selmin, Veronique, ben, harika bir yemek yedik.

İzzet oradaydı, Tolga da, Rose da.

Sonuç: Laf lafı açtı, gece uzadı.

Veronique iki gün sonra Paris'e dönecek. Onunla yeterince derin sohbetlere dalamadığımıza kanaat getirip eve geldik, konuşmaya evde devam ettik.

Gün ağarırken yattım ve 38.2 ateşle kalktım.

Gene de bir yanıp bir titreyerek yazımı yazdım.

Sonra bir aydır e-postasındaki sorundan ötürü sadece daktilo muamelesi yaptığım bilgisayarımı emanetçime emanet ettim, yazıyı bir yoldan yollamasını sıkı sıkıya tembihleyip, her ahval ve şeraitte görevini yerine getirmiş insanların huzuru içinde havale geçirecek miyim acaba diye beklemeye başladım.

Geçirdim de. Düşmeyen ateş, geçmeyen nöbetten değil ama.

İki iğne, üç Panadol arası yarı baygın konuştuğum Ebru Çapa'nın telefonundan sonra.

Gazetede herkes yazıyı bekler, ben çoktan ellerine geçmiştir derken, meğerse olan olmuş; emanetçinin arabası soyulmuş, bizim bilgisayar kuş olmuş uçmuş...

Üç gün sonra bir mucize oldu, bilgisayar bulundu ama o daha çetrefil bir hikaye.

Zaten bu kadar çok lafı da tatilde değildim, hastaydım, hasta masta yazımı da yazdım, yazdım ama elimde olmayan sebeplerden dolayı yollayamadım demek için ettim.


Geçen haftaki yazıya ‘‘Veronique Petit Parisli. 68'li’’ diye başlamışım.

Veronique Petit'yi anlatmaya sanırım bütün dostları da bu cümleyle başlar.

O gerçekten de sayıları git gide azalan has Parislilerdendir. Günün her saatinde hızlı adımlarla sokakları arşınlar. Geniş bir çevresi vardır. Birbirine değmeden yaşayan insanların şehri Paris'te beş parasız Beninli hokkabaz da, ünlü moda fuarları yöneticisi Kolombiyalı Hortancia da onun sofrasında buluşur.

Uzak mahallelerin, saklı geçitlerin, uçuk dükkanların, iyi yemek yenilen ucuz ve ilginç lokantaların, saklı antikacıların, sahafların, şanşon barların, sabaha kadar açık dükkanların adresi ondan sorulur.

AŞKIN GÖLGESİNDE

Saint Germain Meydanı'nda oturur ama Paris'in her köşesinde yaşar.

68'liliği onu ilk kez görenlerin bile hemen algılayabileceği gibi üstüne sinmiştir. Duruşunda, yaşayışında, tavırlarında, düşüncelerinde 68'lidir.

Kolaya kaçmaz, zordan şaşmaz.

Gençliğinde tiyatroya gönül vermiş. Uzun süre Grotowski ile çalışmış, Fransız Tiyatrosu'nun efsanevi isimlerinden Roger Blin'in yakın dostu, o dönemin öncü oyunlarında şu ya da bu biçimde rolü olan, tiyatroyla yatıp tiyatroyla kalkan biriymiş.

Günlerden bir gün 68 Çekoslovakya olaylarından sonra Fidel Castro ile ters düşüp Fransa'ya sığınan, Che Guevara'nın gençlik arkadaşı, günümüzün ünlü muhalif yazarı Eduardo Manet'yle karşılaşıyor. İlk görüşte aşk. Evleniyorlar. Eduardo yazmaya başlıyor. Veronique onun çevirmeni, eli, kalemi oluyor. Öyle bir çevirmenlik ki kitabı kim yazıyor, birinin rolü nerede bitip diğerininki nerede başlıyor belli değil.

Tiyatroyu bırakıyor, kendini bir anlamda Eduardo'ya adıyor. Hemen hemen her iki yılda bir kazanılan ödüller, büyük yayınevleriyle yapılan, aralıksız üretimi zorunlu kılan büyük anlaşmalar, sadece yazdıklarıyla yaşayan ama Fransızca yazamayan gönlü Küba'da kendisi yabancı topraklarda, küskün Kübalı bir adamla geçen uzun yıllar.

Yaklaşık otuz yıl. Ayrılmış olmalarına rağmen bu, bugün de böyle. Veronique hálá Eduardo'nun

arkasındaki gölge yazar.

Kendi yazıları da var elbet. Küçük sarsıcı oyunları. Bir de yaşaması için elzem parayı kazandığı gazetecilik.

Bir de ısmarlama yazdığı kitaplar.

HER GÜNE AYRI BİR MEKAN

İstanbul'a gelme nedeni de biraz o. Şimdi İstanbul üstüne bir kitap hazırlıyor. Edebiyattan geçen İstanbul. Bu şehir için kim ne yazmışsa onlardan yapacağı alıntılarla anlatacak İstanbul'u. Morand'dan Orhan Pamuk'a, Chauteaubriand'dan Sait Faik'e yığınla yazarın bakışı Veronique'in bakışıyla çakışacak, ortaya İstanbul'un farklı semtlerinin, farklı dönemlerinin anlatıldığı bir kitap çıkacak.

O gece bütün bunlardan konuştuk.

Sonra yazıya Selmin ile devam etmişim.

Selmin dostlarıyla yaşar diye lafa girmiş, onlar da onu gözbebekleri gibi kollar diye eklemişim.

Gerçekten de Selmin onu yakından tanıyanların baş tacıdır. Herkese kulp takan en müşkülpesentler bile söz ona geldiğinde güller devşirirler.

Uzun, çok uzun yıllar boyu eş durumundan İstanbul gece hayatının göbeğinde yaşamış, kendi yoluna gitmektense kocasının serüvenine tanıklık etmiş, ödül olarak bedel ödemiş ama kaderin garip cilvesi yıllar sonra kendini yeniden bu dünyanın içinde buluvermiştir. Bu kez işletmeci olarak. Son iki yıldır Park Şamdan'daydı. Şimdi de ailenin uç beyi İzzet Çapa'yla birlikte Centro'da.

HEM YE HEM EĞLEN

Centro, Ritz Carlton Oteli'nin altında yeni açılmış bir ‘‘Brasserie.’’ Dediğim gibi başında Selmin Çapa var. Dekorasyonu Dodo yapmış. Duvarlarda boydan boya aynalar, ortada dikdörtgen büyük bir masa, çingene pembesi işlemeli kumaşlarla kaplı altın varak iskemleler ve renkli kristal avize. Yemekler, daha doğrusu o gece bizim yediklerimiz harikaydı. Zaten İzzet, İzzet Çapa'nın mekanlarına yemek yemeye değil eğlenmeye gidilir önyargısını çoktan yıktı. Şimdi açtığı yerlere gittiğinizde hem doğru dürüst yemek yiyor hem doğru dürüst eğleniyorsunuz.

Bu yıl eskisiyle yenisiyle yedi ayrı yeri var.

Haftanın her günü için ayrı bir mekan.

Bu yazının girizgahı uzun olduğundan Centro'yu anlatmaya fazla yer kalmadı.

Ama söz: Önümüzdeki haftalarda arayı uzatmadan her gün bir yere gideceğim ve hepsini tek tek, uzun uzun anlatacağım.

Ne demişler? Körün istediği...
Yazarın Tüm Yazıları