Manşetlere karışmak meselesi

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan’ın geçen haftaki grup konuşmasının en çok yankılanan bölümlerinden biri, kendisinin basın karşısında hoşgörülü davrandığını anlatmak için başvurduğu “8 yıl boyunca manşetine karıştığımız bir gazete var mı?” sorusuydu.

Haberin Devamı

Başbakan’ın bu açıklamasının önümüzdeki dönemde sıkça karşımıza çıkacağını tahmin edebiliriz. İtirazlar şimdiden başladı bile...
MANŞETE TEPKİ KARIŞMAK DEĞİL Mİ?
İlk itiraz CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun konuyu gündeme getirmesi üzerine Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı’dan geldi. Altaylı, 2007 yılında Sabah’ın Genel Yayın Yönetmeni olarak görev yaparken, Başbakan’ın yakın bir danışmanının kendisini arayarak dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in hükümeti eleştiren bir konuşmasının birinci sayfada küçük gösterilmesini istediğini, buna karşılık kendisinin geri adım atmadığını anlattı.
Milliyet’teki yöneticilik dönemimde hükümetin böyle bir girişimiyle karşılaştığımı hatırlamıyorum. Ancak, Başbakan’ın kamuoyu önünde yaptığı açık “müdahaleler”, kanımca bu tür sessiz yöntemlerden daha az önemli değildir.
Erdoğan’ı rahatsız edecek bir manşet attığınız zaman ertesi günü şiddetli bir misillemeyle karşılaşacağınızı önceden tartmanız gerekir. Örneğin 2006 yılında partisinin iki ayrı kapalı salon toplantısında “harem ve selamlık” uygulaması yapılmasını birinci sayfadan büyük görmemiz, Başbakan’ın oldukça hiddetli bir tepkisiyle karşılaşmıştı.
Özellikle bir başka haberdeki tepkisini unutmuyorum. Lise 11’inci sınıfta okutulan zorunlu din dersi kitabında “abdest suyunun kandaki alyuvarları artırdığına” ilişkin bir ifadenin bulunmasını “Hurafe” diyerek manşete taşımıştık.
Erdoğan, bu haberimize de tepki vermiş, bunun manşetlik bir konu olmadığını, bu tür tartışmaların Türkiye’yi gerdiğini söylemişti. Ancak haberimizin doğruluğu kanıtlanınca dönemin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik hatayı kabullenmiş ve bu ifadeler bir sonraki yıl kitaplardan çıkarılmıştı.
MANŞET YANLIŞSA GAZETEYİ KAPAT
Bana her zaman çok çarpıcı gelmiş olan bir başka örnek, Akşam Gazetesi’nin 2008 yılında İstanbul’da hava kirliliği ile ilgili yaptığı fotoğraf destekli bir manşet haber üzerine Başbakan’ın ertesi günü bu gazeteyi “yalancılıkla” suçlaması ve gazetenin patronuna seslenerek “Ya gazeteni kapatacaksın ya da yalan yazmayacaksın” diye uyarmasıydı. Gazete, ertesi günü haberinin arkasında durduğunu açıklamıştı.
Bunun gibi yine 2008’de bu kez bir TV kanalında hastanelerdeki aksaklıkları konu alan bir haber üzerine Başbakan “Medyanın görevi denetimdir. Bu görevi sebebiyle ilgili bakanlığı ararsın, hakikaten ilgilenmiyorsa gel başbakanı ara. Başbakan da duyarsızsa o zaman yaz...” diye konuşmuştu.
Başbakan’ın, bu örnekte getirdiği hükümete ön bildirim koşuluna bağlı gazetecilik doktrininin basın özgürlüğü ile bağdaştığı söylenemez.
Yine 2008 sonbaharında Başbakan’ın Almanya’da bir mahkemede mahkûmiyet kararıyla sonuçlanan Deniz Feneri yolsuzluk dosyasıyla ilgili haberlerden sonra doğrudan Doğan Grubu’na karşı yürüttüğü boykot kampanyası ve “Onları yokluğa mahkûm edin” şeklinde çıkışları da yine özgürlükçü bir basın anlayışını yansıtmıyordu. Bu açıklamalardan sonra gruba gelen vergi cezaları da aslında Erdoğan’ın çıkışıyla örtüşen bir içerik taşımıştır.
Ayrıca, Başbakan’ın geçen yıl “ülkeyi ve ekonomiyi geren” köşe yazarları için gazete sahiplerine “Patronların (yazarlara) kusura bakma kardeşim bizim dükkânda sana yer yok diyebilmeleri gerekir” diye seslenmesi, belleklerde hâlâ canlıdır.
BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ ALGISI
Bunlar gibi daha pek çok örnek verebiliriz. İçeriği itibarıyla bu örneklerin her biri, manşete karışıp karışmama tartışmasından daha az hafif değildir ve hepsi doğrudan basın özgürlüğüne dönük müdahaleci bir zihniyeti yansıtmaktadır.
Bütün bu örneklerin üst üste birikmesinin oluşturduğu psikolojik iklim ve bunun basının azımsanmayacak bir kesiminde yarattığı algı, bizi basın özgürlüğü tartışmalarının özüne getiriyor.
Bu çerçevede baktığımızda, sorun yalnızca yasalarda yazılı olan kısıtlayıcı hükümler değildir. Bu hükümlerin hepsi bir şekilde düzeltilse de sorun çözüme kavuşmuş olmuyor.
Başbakan müdahaleci zihniyetini koruduğu sürece, basın özgürlüğü de Türkiye’nin gerçek anlamda liberal bir demokrasiye doğru yol alabilmesinin önünde sıkıntılı bir alan olmaya devam edecektir.

Yazarın Tüm Yazıları