Goran Bregoviç hüzünlü biri hem de hüznün yakıştığı biri

Belki bir yerlerde annesinin Sırp, babasının Hırvat olduğu ve Bosna Hersek tutuşurken içi yana yana o tapraklardan gittiği de yazacak. Ama hangi kuru bilgi bana Goran Bregoviç'in gözlerindeki hüznü açıklayacak?

Bodrum'a gittiğim günden beri Antik Tiyatro'yu görmek istiyordum. ‘‘Goran Bregoviç geliyor’’ dediler. ‘‘Bir gece konser verecek.’’ İşte ona gittim. Gene gözlerinde o derin hüzün var. Sağdan soldan konuşuyoruz. Hálá Paris'te. Hálá film müzikleriyle uğraşıyor.

Hakkında ne biliyorum? Hemen hemen hiçbir şey.

Ya da hemen hemen herkesin bildiklerini.

Şimdi elimin altında kitaplarım olsa, içlerinden müzik üstüne yazılmış bir ikisini çekip çıkarsam, G harfine -hayır- B harfine gelip dursam, büyük bir olasılıkla karşıma şu kuru bilgiler çıkacak: Yugoslav olduğunu, Yugoslavya'nın bizim bildiğimiz Yugoslavya olduğu yıllarda Saraybosna'da doğduğunu, şimdi kırklı yaşlarının sonunda, hadi bilemediniz ellili yaşların başında olduğunu, müziğe çocukluğunda keman çalarak başladığını, 16 yaşına kadar aralıksız keman çaldığını, 70'lere gelindiğinde kemandan ve bu ağır enstrümanın yüklediği bütün anlamlardan yorulan her yeni yetme gibi bas gitara başladığını, bir rock grubu kurduğunu, çok geçmeden kanı bitli bütün genç müzisyenler gibi kavga edip ilk göz ağrısından koptuğunu, hangi şehirlerin hangi kulüplerinde saat kaçlara kadar hangi koşullarda çaldığını, sonraları, 80'lerin başında kurduğu BİJELO DUGME adlı grubun alıp başını gittiğini, Bijelo Dugme'nın anlamının da Beyaz Düğme demek olduğunu, bugüne dek yaklaşık 14 albüm çıkartıp 15 milyonluk bir satışa ulaştığını, gençlik arkadaşı Emir Kusturica'nın filmlerine yaptığı müzikle adının bütün Avrupa'da duyulduğunu, ününün Yugoslavya'nın sınırlarını aştığını, her ne kadar rock müziğine gönül vermişse de gençlik yıllarından beri ülkesinin etnik müziğini ve folklorunu incelediğini, yaptığı müziğe bu sesi bu tınıyı kattığını, zaten uluslararası ününün biraz da bundan kaynaklandığını, sözlerini yazdığı şarkılar bestelediğini, kimi zaman çalıp kimi zaman söylediğini, aynı zamanda da büyük bir yapımcı olduğunu öğreneceğim.

Sonra?

Elbette yaptığı film müziklerinin, satış rekorları kıran albümlerinin adı karşıma çıkacak.

Belki bir yerlerde annesinin Sırp, babasının Hırvat olduğu ve Bosna Hersek tutuşurken içi yana yana o topraklardan gittiği de yazacak...

Ama söyleyin, hangi kuru bilgi bana Goran Bregoviç'in gözlerindeki hüznü açıklayacak?

Evet, kim ne derse desin, yaptığı müzik kulaklara ne denli şakrak gelirse gelsin Goran Bregoviç benim için hüzünlü biri.

Hem hüzünlü hem de hüznün yakıştığı biri.

BOSNA'NIN KAVRULDUĞUGÜNLERDE TANIŞTIK

Onunla topu topu iki kez karşılaştım.

Biri, yıllar önce kendisi henüz bu topraklarda bu denli tanınmazken Ece'nin Kuruçeşme'deki meyhanesinde, diğeri de geçen gece Bodrum Antik Tiyatro'nun kulisinde.

Ece'de sanırım Sezen Aksu'nun davetlisiydi. Birlikte bir albüm yapmaya karar vermişler, o da birkaç günlüğüne İstanbul'a gelmişti. Üst katta, yeşillikler içinde bara oturmuş, bir yandan içmiş bir yandan konuşmuştuk.

Bosna'nın kavrulduğu günlerdi.
Kimse geleceğin ne getireceğini göremiyor, herkes aklı erdiğince bir şeyler söylüyordu.

Ortalık toz dumandı.

Biz konuşuyorduk o susuyordu. Kimseye hava hoş değildi ama onunki boğucuydu.

Kalkmış, Paris'e yerleşmişti.

Oysa geçmişi ordaydı, akrabaları orda, canları orda.

Ve yoluna baş koyduğu müziği orda.

Bilmiyorum doğru mu hatırlıyorum? O yıllarda yolları Emir Kusturica ile ayrılmış gibiydi. Galiba o kıyamet içinde ayrı yerlere savrulduklarını söylemişti.

Bilmiyorum gene doğru mu hatırlıyorum?

Kuşlardan, göçmenlikten, göçebelikten söz etmiştik. Bir de sürgünden. Gönüllü olanından.

Bilmiyorum hatırlıyor muyum yoksa yakıştırıyor mu?

An gelmiş, gözleri dolmuştu.

Hüznü sanırım o gece ona yakıştırdım: Ben Goran Bregoviç'i ilk böyle tanıdım.

Ve sevdim.

Ve müziğini dinledim, konserlerine gittim.

Bodrum'a geldiğim günden beri Turkcell'in

-nasıl denir?- katkılarıyla yenilenen, tozlu çehresi değişen, Antik Tiyatro'ya gitmek istiyordum.

Gündüz ortalık sarı sıcağa kesmişken değil; yani sıcağa aldırmadan gezen deli turistler gibi değil.

Gece el ayak çekildiğinde, iç sesimi yıpranmış merdivenlere, yılların, yüzyılların hayalet seyircilerine mehtap eşliğinde haykırmak için de değil.

Yani Ali Poyrazoğlu'nun kitabında yazdığı ve açılış gecesine giden herkese anlattığı gibi yaban saatlerde yapayalnız kendimle hesaplaşmaya da değil; sadece görmeye ve dinlemeye.

Hemen her hafta birkaç tane düzenledikleri ve Yıldızlı Turkcell Geceleri adını verdikleri konserlerden birine.

Ama olmadı.

Üstelik davetliyken ne açılış gecesine ne de daha sonraki konserlere gidebildim.

‘‘Sonra Goran Bregoviç geliyor’’ dediler; ‘‘Bir gece, tek bir gece konser verecek.’’

İşte ona gittim.

ANTİK TİYATRO'DA KONSERE BEŞ KALA

Kapıda Necla Zarakol. Eski arkadaşım. Bütün bu konserleri, Turkcell'in etkinliklerini o organize edermiş. Ama tutup bana söylemezmiş. O öyledir. Kendisi için bir şey isteyemez, hep verir.

İçeride Mustafa Oğuz beni bekliyor.

Kulise girip yıllar öncesinden fırlamış gelmiş biri olarak Goran'ın beni tanımasını, üstelik tam da konser öncesi oturup sohbete dalmasını bekleyemem.

Aracı şart.

Ayağında sandaletleri, komando pantolonu, elinde hayatımda şimdiye kadar görmediğim küçük bir alet, gitarını akort ediyor.

Gene yüzünde o kırık gülümseme, gene gözlerinde o derin hüzün var.

Sağdan soldan konuşuyoruz.

Hálá Paris'te. Hálá film müzikleriyle uğraşıyor. Hálá konser veriyor.

Önümüzdeki yıl İtalya'da tiyatro yapacağını söylüyor. Kendi yazdığı, müziklerini bestelediği bir oyun oynanacakmış. Rolü var mı diye sormayı unutuyorum. Biraz daha konuştuktan sonra çıkıyorum.

Sahne insanlarını sahneye çıkmadan yalnız bırakmak gerekir. O kadarını biliyorum.

Antik Tiyatro'nun basamaklarına oturup, karşınızda ışıl ışıl ışıldayan kaleye bakmak, hele hele tepenizde dolunay olmasına ramak kalmış bir ay varsa zaten kendi başına bir gösteri.

Bekliyoruz.

Biraz sonra yerel kıyafetler giymiş üç vokalist yerlerini alıyor. Üçünün de başında çiçekler.

Yedi tane üflemeli çalgı çalan bir örnek giyinmiş müzisyen arka sıraya geçiyor.

Sonra şovun bel kemiği, dövmeli, at kuyruklu iri yarı davulcu geliyor. Daha önceki konserlerden tanıyorum: Hem çalacak, hem söyleyecek, hem coşturacak.

Herkes hazır. Biz de.

Beyaz takım elbisesinin altına Fas işi parlak babuşlar giymiş Goran sahneye çıktığında, alkışlar, alkışlar...

Ve iki saat sürecek şölen başlıyor.

Tek kelimesini bile anlamadığımız bir dilde söylenen şarkılar bunlar. Gene de herkes özellikle de nakarat bölümlerinde diline takılanları söylemeye çalışıyor.

Bir şarkı, bir şarkı daha derken, káh susup dinler, káh coşup eşlik ederken konserin sonuna geliyoruz.

Bitti.

Müzik sustu.

Haldun Taner'in o ünlü tiradındaki gibi seyirciler gitti. Bu kez replikler değil ama notalar kendi dünyalarına çekildi. Biliyorum birazdan her biri başını bir köşeden çıkartıp bu kez sadece kendileri için çalacak.

Ay iyice yükseldi.

Yazar ne demiş?

‘‘Ay Büyürken Uyuyamam.’’

Ben de uyuyamam. Bir de yüreğimde davul atıyorsa hiç uyuyamam.

Çıkıp kekik kokularını içime çeke çeke yola koyuluyorum.

Evin yolunu tutuyorum.
Yazarın Tüm Yazıları