Philippe tutkal gibi adam onun gelmesiyle hepimiz yeniden bir araya geldik

1980 yılında Ankara'nın kasvetli, kuralcı, yapay, neyin neden önemsendiğinin asla anlaşılmadığı, birini sevip dostluk kurmanın neredeyse imkansız olduğu, uzun süren yemeklerin, soğuk geçen sohbetlerin, yalan gülümsemelerin, çıkar ilişkilerinin, süslü ama kapalı konuşmaların, gizli işbirliklerinin, açık oyunların oynandığı; hayattan ve şehirden kopuk Büyükelçilikler dünyasına, uzaktan bakılınca o güne dek gördüğümüz diplomatlara hiç mi hiç benzemeyen bir adam göktaşı gibi düştü.

Siyah bıyığına inat kırlaşmış sakalı, elinden düşürmediği piposu, altı çocuğu, yığınla kedisi, on binden fazla kitabın dizili olduğu söylenen müthiş kütüphanesiyle Ankara'ya adım attığı gün şehrin fısıltı haberlerinde manşete oturan bir adam.

Uzun boylu, baykuş bakışlı.

Philippe Baude: Fransız Elçiliği Müsteşarı.

Philippe bir an önce bu sevimsiz başkentten ayrılıp daha uygar ülkelere atanmanın yolunu gözleyen diğer elçilik çalışanlarına benzemiyordu. Herkesin şark hizmeti olarak gördüğü bu şehri sanki sevmiş gibiydi.

İlk işi artık ezbere bildiği bu yapay dünyanın sınırları içinde dolaşmaktansa dışarıda yaşayan insanlarla ilişki kurmaya çalışmak oldu: Yani bizlerle.

Gazeteciler, öğretim üyeleri, yazarlar, ressamlar, galeri sahipleri, müzisyenler, kıyı bucak adamlar, uzlaşmazlar, aykırılar, o güne dek bir yabancının evine adım atmamış olanlar ve elbette bütün güzel kadınlar evinin doğal konukları oldular.

Çok zorunlu olmadıkça Elçilik'teki kakavan davetlere katılmaz, evinin kapısını tanıdığı herkese açardı.

Akşam saatlerinde tam da yemek vakti en az bir buçuk saat elektriklerin kesildiği, benzin kuyruklarında ömür tüketilen, röntgen filmi ve çocuk mamasının karaborsada bulunabildiği, Sana'sız, Rama'sız, Türk kahvesiz, sokağa çıkmanın, hele hele gün battıktan sonra sokaklarda yürümenin yürek istediği günler. Sıkı düzen, düzensizlik, korku ve cesaret yılları.

Önce ona kuşkuyla baktık. Bu da doğal.

Kuşku o yılların elde var biriydi.

Her duyguya o eşlik ederdi.

Sonra yavaş yavaş alıştık, anlattığı uzak ülke anılarını masal gibi dinledik, sunduğu şarapları afiyetle içtik, verdiği kitapları bir solukta okuduk, yaşadığı aşkların gizli tanığı olduk.

ÜÇ EVLİLİK, ALTI ÇOCUK

Dört yıl sonra Ankara garından kalkan bir trene bindiklerinde, perona sıralanmış en az elli kişi hep birlikte el sallıyor ve ağlıyorduk.

Bu kadarı bile onun özel bir adam olduğunu anlatmaya yeter. Ama ne yazık ki Philippe sadece bu kadar değil. Onunki kısa bir gazete yazısına sığdırılabilecek bir hayat değil: Üç evlilik, altı çocuk, yığınla aşk, birbirine zerre kadar benzemeyen ve akıcı konuştuğu on dil. Yaşadığı onlarca ülke. Tanıdığı binlerce ilginç insan ve sevdiklerini hep seven vefalı bir adam.

Türkiye'den sonra adını söylediğinde uzun uzadıya atlasta arayıp bir türlü bulamadığımız bir ülkeye gitti: Vanuatu'ya.

Sonra da Avusturalya'ya.

Gittikten sonra, buraları unutmadı. Türkler asla cevap yazmazlar dediği karşılıksız mektuplarını düzenli olarak yazdı. Sevdiği kimseyle ilişkisini kopartmadı.

Fırsat buldukça buraya döndü.

Daha önce keşfettiği, yaz tatillerini geçirdiği, dünyanın dört bir yanından gelen arkadaşlarını konuk ettiği evleri kiralamaya devam etti.

Ve uzun bir aradan sonra bir ay geçirmek için yeniden geldi.

Philippe tutkal gibi.

Onun gelmesiyle hepimiz yeniden bir araya geldik. Önce İstanbul'da sonra Akbük'te sonra Bodrum Gölköy'de.

İşi olan işini astı, niyeti olmayan izin kullandı, sevdiği yemekler yapıldı, getirdiği kitaplar okundu, lavantalar raflara kondu; maksat birlikte olmaktı.

Birlikte olmak ve onu dinlemek: Allah için konuşkan.

Philippe, sabah gözünüzü açtığınızda ‘‘görmüştü’’ ile ‘‘görmüştür’’ arasındaki farkı soracak kadar renkli, Türkçe rüyalara dalan biri.

İstanbul'dan sonra yeni eşine bu çok sevdiği ülkeyi göstermek için çıktığı geziden mutlu döndü. Uçhisar'a bayılmış. Konya elbette eski Konya değilmiş ama kötüye doğru gitmemiş. Zaten havasında Mevlana solunan bir yer nasıl kötüye gidermiş? Antalya'yı bıraktığından çok farklı bulmuş. Büyük, güzel bir şehir olmuşmuş. Yol boyu yediği gözlemeler, içtiği ayranlar ve elbette yurdum insanları; her biri aynı adresi farklı tarif eden ve her biri gerçekten yardım etmeyi seven. Sıcakkanlı, sevecen insanlar onu bir kez daha şaşırtmış.

Kaş, Kalkan güzeldi dedi. Ama Side? Nasıl kaçtıklarını bilememişler. Bir de betona kesmiş Alanya: Hüsran.

Sonra sıra Bodrum'a geldi.

TÜRKBÜKÜ'NÜN UCU TAMPA

Geldiklerinin ertesi günü onları alıp Gölköy çıkışındaki Tampa'ya götürdüm.

Tampa olmadan Maça Kızı Ayla'nın yeri olarak bildiğimiz ama bizler için hep Philippe'in yazlık evi olarak kalacak olan, büyük bahçesi set set denize inen, yıldızsız gecelerde ferah fersah yüzdüğümüz, merengiç ağaçlarının gölgesinde içkiler içtiğimiz, ava gidip yaban domuzu vuran köylülerin her gece kapının önüne bir yaban domuzu bıraktıkları, domuz yemekten fenalık geçirdiğimiz, Philippe'in uzak diyarlarından gelen arkadaşlarına buralara yolu düşmüş felsefecilerin aşık olduğu, aşkın tarifinin Aragon'un şiirleriyle yapıldığı, ‘‘Mutlu Aşk Yoktur’’ nidaları atıldığı halde mutlu olunan, hamaklarda uyunup sivrisinek muhabbetiyle uyanılan o eve.

Eski Bizans kilisenin yıkıntısının bir bekçi gibi evin girişini kolladığı, benim için bu yörenin en güzel evine.

Akgün Bey ve karısı büyük bahçelerine yaptırdıkları ikinci evlerine çekildiklerinden beri, eski evi kiraya veriyorlar. Philippe'lerden sonra evi bir-iki yıl boyunca buralara kadar gelip koyun güzelliğine vurulan yabancılara kiraladılar. Sonra akacak kan damarda durmaz misali yörenin gidişatına ayak uydurdular. Her tuttuğunu güzel yapan Ayla, Torba ve Bodrum'dan sonra buraların öğlen mercimek salatası, semizotu, hindiba, karpuz ve ızgara köfte yenilen açık büfeli ilk plajını açtı. İskelesine büyük yastıkların atıldığı, sabah gelip gece çıktığınız ilk plajını. Sonra o ileriye, Türkbükü'nün ucuna taşındı. Şimdi orada ikamet etmekte.

Bu güzel ev bu yıl Tampa olarak hizmet vermekte. Emre Ergani ve Ersoy Çetin'in Tampa'sı.

Kapıdan girer girmez, farklı bir yere geldiğinizi anlıyorsunuz.

Ağaçlar, ilk sette, incik boncuk, mayo, bikini satan bir butik, karşısında elzem yerler.

İkinci set, yani bizim bahçede uzun bir bar ve lokanta var. Sağa sola serpiştirilmiş hasır yataklar, uçta da cibinlikli bir yatak. Bir de rahat puflar.

Sonra deniz kıyısına iniyorsunuz.

Kocaman bir iskele, kurulduğunuz anda kalkmayacağınız şezlonglar, şemsiyeler.

Orada da bir bar.

Avaz avaz çalan insanı canından bezdiren bir müzik yok.

Öğle yemekleri için pideler, salatalar, ızgara köfte, meyveler var.

Akşama doğru da insanın içmezse rahat edemeyeceği rengarenk buzlu içki servisi.

Çok yazıldı çok söylendi. Tampa pahalı dendi, bir İstiklál Marşı savaşından söz edildi.

Orasını bilmem.

Biz gittiğimizde ne hıncahınç doluydu ne üstüne ölü toprağı serpilmiş gibiydi.

Birbirlerini taciz etmeyen kendi halinde insanlar, yemek yiyor, yüzüyor, kitap okuyor, güneşleniyorlardı.

İskeleye geçtik, Philippe'in bayıldığı pidelerden söyledik. Birkaç bira birkaç ayran. Elbette bol su.

GÖLKÖY ANILARI

Hava sıcak, kendimizi denize attık ve eski günlere daldık.

‘‘Philippe’’ dedim; ‘‘Gölköy'le ilgili en ilginç anıların neler? Ben hemen hemen hep buralarda yaşadım. Yirmi yılda değişenleri hem görüyor hem göremiyorum.’’

Bana çamaşıra giden kadınları anlattı: Bu evi kiralayıp da buraya geldiği yıl başında sepetleriyle çamaşıra giden kadınlar dikkatini çekmiş. Aralarından birkaçı, ‘‘Yıkanacak çamaşırlarınız varsı götürür yıkarız’’ bile demişler. Her gün evin önünde başlarında sepetler içinde yıkanacak çamaşırlar bir yere gidiyorlarmış. Bir-iki gün sonra Philippe dolaşmaya çıkmış. O zamanlar Gölköy'ü şimdinin, bildiğimiz Gölköy'ü değil. Kıyı boyu giden toprak bir yol ve önleri sütunlu, eski evler. Yürürken her evin balkonunda o yıllar için fazla lüks çamaşır makinelerinin aralıksız çalıştığını görmüş: Şalap şulup, şalap şulup.

Merak etmiş. Bir yanda çamaşıra giden kadınlar bir yanda aralıksız çalışan çamaşır makineleri.

Sormuş: Meğer o makineler yoğurt, yağ yapmak için kullanılıyormuş.

Temizlik, hálá elde fırçalarla çarşaf yıkayan kadınlara emanetmiş.

Bir de avcı hikáyelerini hatırlıyor: Sabah erken saatlerde köyün avcıları, fişekler, tüfekler, dize kadar çıkan çizmeler ava giderlerdi diyor. ‘‘Bir gün ne avına gittiklerini soracağım tuttu. 'Ava değil balığa gidiyoruz' dediler. Merak edip peşlerine takıldım. Eski Gölköy'de, şimdilerde tamamen kurusa da bir zamanlar göl olan o yerde, tam teçhizatlı adamlar, suyu çekilmiş gölün üstündeki birkaç kayaya çıkıyor, geçen balıklara nişan alıyor ve sektirmeden vuruyorlardı. Birlikte geldikleri torun tosun da, iki kaşının arasından vurulup ne olduğunu anlamadan öbür dünyayı boylayan balıkları topluyorlardı.’’

Tüfekle balık avını bir tek bu ülkede gördüğünü söylüyor.

Ve buna benzer bitmeyen hikáyeler anlatıyor.

‘‘Yazacaksan bunları yaz’’ dedim. ‘‘Hep korktuğun gibi kimsenin ilgilenmediği eski günleri anlatmaktansa bunları anlat.’’

‘‘Söz’’ dedim. ‘‘Hele bir yaz, çevirmesi benden, yayınlaması da tanıdığın ve sevdiğin yayıncılardan.

YK Yayınları'ndan kitap olarak çıkabilir.

Hatta tefrika olarak bile yayımlanabilir.

Nerede mi? Elbette Hürriyet'te.
Yazarın Tüm Yazıları